25 Haziran 2012 Pazartesi

Seyr-i İstanbul

Artık bir klasik haline dönmüş İstanbul gezmelerimizde bu hafta Sapphire' e düştü yolumuz. O istanbul' un en yüksek binası. Bizlere eşsiz bir manzara sunuyor. Anadolu yakasından buraya gitmenin en kestirme yolu; önce metrobüsle Mecidiyeköy' e gitmek ardından da,  metroyla 4. Levent' e geçmek. 4. Levent' e geldiğinizde metronun çeliktepe çıkışından çıkarsanız Sapphire' in içine giden bir çıkış bulacaksınız. Restoranların bulunduğu bir katla sizi karşılayacak Sapphire. İçerisinde 4 katlı bir alış-veriş merkezi bulunmakta. Benim için dikkat çekici olan bir özellikten bahsetmek istiyorum. Normalde aynı koridorun sonunda karşılıklı olan tuvaletler bu binada farklı dizayn edilmiş. Biri sağ taraftaki dükkanların yanındaki koridorun sonunda, diğeri sol taraftaki dükkanların yanındaki koridorun sonunda.

Binanın en altında bir bal mumu müzesi var. Müzedeki heykellerin hepsi Rus heykeltıraşlar tarafından oluşturulmuş. Rusya'nın St. Petersburg bölgesindeki bal mumu müzesinden getirilen heykeller bir kaç bölüme ayrılmış. İlk bölümde Osmanlı Padişahları ve Rus tarihinden önemli insanlarla tarihi bir serüvene katılıyorsunuz.


Üzerinde yaşadığımız bu değerli toprakları belkide ona borçluyuz. Türklere anadolunun kapısını açan Alp Arslan.



Avrupa' da Avicenna olarak tanınan; İbni Sina. Kendi döneminde akıl hastaları zincire vurulup odalara kapatılırken; o da Farabi gibi müziği tedavi amaçlı kullanmıştır.



Karşınızda Ivan Grozni. Korkunç İvan olarakta bilinen İvan Grozni 1533 den ölümüne kadar Rusya' nın Çarı olarak görev yapmıştır. Üç yaşındayken tahta çıkmıştır. Zeki, dindar ve şüpheci bir kişiliğe sahiptir.



Daha çok sıcak denizlere inme planlarından dolayı denizcilik ve gemicilikle ilgili incelemeler yapan Petro, şanından öte bir gemide en alt rütbede çalışarak ilginç kişiliğini ön plana çıkarmıştır. Osmanlılar bu yüzden Petroya 'Deli Petro' lakabını takmıştır fakat söz konusu Prut Savaşı'nda Osmanlı'nın karşısına büyük ve dayanıklı gemilerle gelince Deli Petro'nun adı Büyük Petro olarak anılmaya başlanmıştır



Adolf Hitler' i tanımayanınız yoktur. Bu kadar yakından bakmak, heykeline bile olsa, ürkütücüydü.


Sonraki bölümde Avrupa tarihine tanıklık ediyorsunuz. Mevlana ve Atatürk için ayrı ayrı bölümler var ve her ikisi içinde özel sunumlar yapılmış. Gezi boyunca Hürrem Sultan'ın tırnaklarının neden uzun olduğu hakkında, Casanova' nın kaç sevgilisi olduğu hakkında, Deli Petro' nun neden sakalı uzun kişilerden vergi aldığı konusunda... ve benzeri bir çok konuda bilgi ediniyorsunuz.


Yaşamak bir ağac gibi tek ve hür/ ve bir orman gibi KARDEŞÇESİNE, /bu hasret bizim... Nazım Hikmet Ran



Mevlânâ Celaleddin-i Belhi Rumi



Ulu Önder Atatürk


Sapphire' in teras katına gelecek olursak; 54 kat yukarıya çıkmak için alış veriş merkezinin en üst katından bilet almanız gerekiyor. Teras'ta İstanbul' u seyretmenin yanında bir de 4 boyut sinemada özel bir İstanbul turu yapmak istiyorsanız biraz daha para ödeyerek asansör sıranıza geçebilirsiniz. Sıraya daha girmeden 2 arkadaş sizi kolunuzdan tutup yeşil bir panonun önüne getirecek. Fotoğrafınızı ücretsiz çekiyorlar ama baskısını almanız için ücret ödemeniz gerekiyor tabii ki. 4 farklı arka fon kullanabiliyorlar fotoğraflarda. Size fotoğraf numaranızı verip, sizi sıranıza yollayacaklar. Asansöre girerken en önce içerideki düğmeler dikkatinizi çekecek sanırım. O kadar çoklar ki adeta bir kokpitte hissedeceksiniz kendinizi. Aslında haksız da sayılmazsınız. Tahmin edin 1. kattan 54. kata kaç dakika da çıkacaksınız? Hadi bir sayı söyleyin? 5 mi, 3 mü? Belki 2 diyeniniz olabilir ama 50 saniyede diyeniniz olmaz. Asansör yaklaşık 18 km hızla yukarı çıkıyor ve gerçekten de 50 saniyede kendinizi yukarıda buluyorsunuz. Katları çıktıkça kulaklarınızda bir tıkanıklık oluşuyor ancak kısa sürede geçiyor. En sonunda yukarı çıktığımızda bizi iki farklı iklim bekliyordu. Bir tarafta esen aşırı sert rüzgardan dolayı açılmayan kapı diğer tarafta ise adeta çöl sıcaklığı. Bu her zaman mı böyle bizim gittiğimiz gün mü böyleydi bilemiyorum ama abartısız bir şekilde binanın bir tarafıyla diğer tarafı birbirinden farklı iklimlerle dans ediyordu. Siz istediğiniz iklimi seçip isterseniz yemek yiyebilir isterseniz çayınızı yudumlayabilirsiniz. Ya da oturmak yerine elinizde fotoğraf makinesi koşturup durabilirsiniz.


Gökyüzünden baktık küçücük görünen binalara. Koca otobüsler bile küçücük görünüyordu artık gözümüzde. İstanbul' un neredeyse tamamını görebilirsiniz buradan. En yakındaki iş bankası ikiz kulelerinden uzaktaki Fatih'e kadar. Boğaziçi köprüsünden, Fatih Sultan Mehmet köprüsüne kadar herşey gözleriniz önünde. Size artık seyr-i istanbul kalıyor. İster tarihin durmadan akan sularında durulanın, ister çekin içinize nefis havayı...


4 boyutlu sinemayı izlemek için tam 1 saat 10 dakika sıra bekledik. 10 dakika süren bu simülasyon boyunca İstanbul'u bir helikopterle geziyorsunuz. Güzel canlandırmalar var. Oraya kadar gidip bu keyfide tatmadan gelirseniz açıkçası olmaz. Ama ben çok da beğenmediğimi belirtmek isterim.


Son olarak da yukarıya çıkmadan önce çektirdiğimiz fotoğrafımıza geldi sıra. Onu da alıp ayrıldık Sapphire' den.


İstanbul'a bu kadar yüksekten bakmanın keyfine kolay kolay doyamayacaksınız.



Arabaları görebiliyorduk ama insanları görebilmekte zorlandık :)



www.kisi-sel.com

16 Haziran 2012 Cumartesi

Aşiyan Yollarından...

Eski bir seda kulaklarımızda o şarkı: " ne çok sevmiştim seni ne çok hatırlar mısın ? aşiyan yollarından ses versem duyar mısın? "  Acaba hangi düşüncelerle yazılmıştı? Kimler için söylenmişti? Şarkının söz yazarı Muzaffer İlkar. Biz ilk olarak Zeki Müren' den dinledik şarkıyı, sonrada neşeli bir şekilde söyleyen Candan Erçetin' den. Bu hafta aşiyanın o meşhur yollarındaydık. Aşiyan; İstanbul' da görülmesi gereken yerlerden biri bence. Yeşili çok güzel. Boğaziçi üniversitesinin bir kapısına çıkan o yokuşu tırmandıktan sonra adeta bir köyde buluyorsunuz kendinizi.


Yokuşu tırmanırken yanımızdaki aşiyan mezarlığını fark ettik. Araştırınca bir de baktık ki birçok ünlü kişi burada yatıyor. Mezarlık hem yeşillikler içerisinde hem de denize karşı. Çok güzel bir manzaraya sahip. Manzaraya bakıp şarkıyı mırıldanırken birşey geldi aklıma, belkide şarkının söz yazarı mezarının burada olacağını düşünüyordu. Belki öldükten sonra da hatırlanmak istediği için "hala beni düşünür ve hala anar mısın" diyordu. O yüzden aşiyan yollarından seslensem duyar mısın diyordu. Kim bilir? Muzaffer İlkar'ın mezarının Zincirlikuyu' da olması bu  ihtimali zayıflatıyor olsa da gerçeği bilmiyorum.



Buraya gezmek için gidenler yolları üzerindeki Aşiyan Müzesini de ziyaret listelerine ekleyebilirler. Biz müzeyi gezemedik. Yolu devam edince Rumeli Hisarı'na varıyorsunuz. 2. köprünün bir ayağında bulunan hisar eşsiz manzarasıyla doyumsuz bir keyif yaşatıyor insana. Rumeli Hisarı' da gezilecekler listenizde çok büyük bir yer kaplamalı.



Rumeli hisarından sonra da Bebek sahiline doğru inebilirsiniz. Özellikle yürüyüş yapmak için çok güzel bir yer diye düşünüyorum. Hem Hisarı izleyebilir hem yeşile hem maviye doyabilirsiniz burada. Yorulduğunuzda dinlenebileceğiniz parklar mevcut.



Son olarak da, bebekte waffle yenir, önünde sırası hiç eksik olmayan tarihi mini dondurmacıdan da dondurma alınır.



www.kisi-sel.com

1 Haziran 2012 Cuma

İstanbul' da Bir Pazar Gezisi

İstanbul' un taşı toprağı altın demişler. Yalan söylememişler. Bir kez daha bunu anlama fırsatım oldu. Balat ve Fatih taraflarına, surların yanına kadar gittik, gezdik, hayal etmeye çalıştık eskileri.

İlk durağımız Gül Cami... Eski adıyla Azize Theodosia Kilisesi. Önceleri kilise olan yapı, diğer bir çok kilise gibi, İstanbul' un fethiyle beraber cami' ye çevrilmiş. İsminin Gül olmasının bir sebebi Fetih günü etrafının güllerle kaplanmış olması deniliyor. Bir diğer sebebi ise Theodosia nın solmayan gül anlamına gelmesiymiş.


İkinci durağımız Fener Rum Patrikhanesi oldu. Rum Ortodoks Patrikhanesi de denilen kilise Ortodoksluğun merkezi konumunda. İstanbul' un fethinden sonra, gayrimüslim olan toplumların yaşayışına dair düzenlemeler Fatih' in çıkardığı fermanla belirlenmiş ve Fener Rum Patrikhanesi' nin  yasal statüsü süreklilik kazanmıştır. Kiliseye vardığımızda ayin başlamıştı. Bu yüzden içerisini fazla gezme şansımız olmadı.



Ortodoks kilisesinden sonra Fener' in dar sokaklarında tarihi koklamaya devam ederken karşımıza muhteşem heybetiyle Fener Rum Lisesi çıktı. Faaliyet halindeki bir kaç rum okulundan biri olan Fener Rum Lisesi; halk arasında kırmızı okul diye anılmakta. Okul Fransa' dan getirilen kırmızı tuğlalarla yapılmış.



Haliç' in her iki tarafından da görülebilen okulun, kuş bakışı görünümü bir kartalı andırmaktadır. İstanbul' un fethinden sonra, daha önce de bahsettiğimiz gibi Fatih bir ferman yazarak Ortodoksları kente geri çağırmış ve onlar hakkında belli başlı konularda kararlar almıştır. Ortodoksların en büyük eğitim kurumu olmuş Fener Rum Lisesi. O yıllarda, Osmanlı İmparatorluğu´nun en yüksek mevkilerinde görev almış pek çok Fenerli Rum, baştercuman, Eflak ve Boğdan beyleri, patrik ve yüksek din görevlileri, bu okuldan yetişti. Osmanlı döneminde okulun müdürleri din görevlileri arasından seçilirdi. Okulun bugünkü binası, Ondokuzuncu yüzyılın en önemli mimarlarından biri olan ve Fener Rum Lisesi mezunları arasında bulunan mimar Dimadis tarafından inşa edilmiştir. Büyüklüğünden dolayı da sıkça Fener Rum Patrikhanesi sanılır. Lise yüksek duvarlarla kendini etraftan soyutlamıştı. İçine girmekte mümkün olmadığından etrafından onu hayranlıkla seyrederek ayrıldık. Fener' in eski sokaklarında, adeta yıllar öncesinin İstanbul' unu  yaşar gibi yürümeye devam ettik.



Birkaç tarihi kilise ve binayı da gezdikten sonra açlıktan ölmemek için yemek yemeye karar verdik. Bunun içinde Fatih' e surların yanına kadar gitmemiz gerekti. Tarihi serüvenimizi bozmamak için yine tarihi bir mekana gitmek istiyorduk. Kadınlar Pazarı güzel bir seçenekti. Burası 16. yüzyılın ortalarına kadar kadınların belli kurallar dahilinde satış yaptıkları bir pazar iken, Hürrem Sultan' ın yaptırdığı Haseki Darüşşifa' sı, Haseki Hürrem Cami' si ve Haseki Külliyesi nedeniyle adı Avrat Pazarından Haseki' ye dönüştürülmüş. Güzel kebapçılarından kebaplarımızı yerken bir taraftan da İstanbul'un surlarını izledik. Hayatımda ilk kez ayranı kepçeyle içtim. Kebapçıdan çıktıktan sonra da çeşitli dükkanlarda Siirt, Diyarbakır yörelerine ait yiyeceklere rastladık. Gezimizin sonuna gelmiştik artık. Buradan sonra tophanede sonlandırmayı planladık. Tophane' nin meşhur nargileciler ine uğradık ve kahvemizi de burada içtik. Ardından da Cihangir' e doğru tırmanarak uzakları seyre daldık.



 Ayaklarımızın yorgunluğunu gidermeyi bahane ederek bu güzel manzaraya bakabildiğimiz kadar çok bakakaldık.



Kadıköy' e ve Uzakta Adalar' a selam yolladık.



Ve tabii Fatih' e de...



www.kisi-sel.com

12 Mayıs 2012 Cumartesi

Nerede o eski gazeteciler?

Görsel

Bugün manşetlerde iki haber dikkatimi çekti. Bir tanesinde "POŞU" davasının sonuçlandığı yazıyordu. Cihan KIRMIZIGÜL denilen şahıs poşu taktığı için tutuklanmış ve ceza almış. Diğer haberde ise; Sarıyer Öğretmenevi Müdürü Ali Akdemir Cumhuriyet gazetesini okuduğu için görevden alındığından bahsediliyordu.

Ben bu başlıkları okuyunca haberlerin ayrıntılarına fazla bakmadım. Eğer gerçekten yazıldığı gibi sadece bu küçük şeyler yüzünden insanlar cezalandırılıyorsa vay halimize. Boşuna yaşamışız bu kadar yıl. İnsanlık hiç gelişmemiş. Türkiye hiç gelişmemiş. Şimdiye kadar seçme şansı olduğunda hep özgürlüğü işaretleyen ben bunları anlamakta zorlanıyorum. Ama çoğu zaman bu haberlerin altı dolu oluyor. Mesela müdür olayı; sadece gazete okuduğu için görevden alındı deniyor ama tahminimce başka hesaplarda var bu işin içinde. Ya da diğer arkadaş, poşu taktığı için tutuklandı deniyor ama bence başka illegal işlerde var bu davada. Uzaktan bakıp yorum yapmak tabii ki kolay. Ben basit bir vatandaşım, sadece gazetelerin anlattığı kadar bilir kendi yorumumu yaparım. Bu yorum yanlıda olabilir, yansız, tarafsızda. Buna karşın bakıyorum olayın içinde olup doğruları yansıtması gereken basında benim gibi uzaktan bakıp keyfine göre yorumluyor haberleri.

Gazetelerin sürekli belli ideolojileri yansıtması eski değil elbette. O ideolojiler doğrultusunda haber yapması bilinen şeyler ama nedense artık daha çok gözüme batar oldu bu durum, eskinin gazetecileri bu kadar at gözlüklü olmazdı. Artık ne zaman bir haber okusam kategorize ediyorum. Olmuyor eski tadı alamıyorum. Hani o kağıttan gazeteler, küçük byte lara dönüşüyor ya ekranda, eskinin o büyük gazetecileride ölüyor da yerlerine babalarının sözünden çıkmayan küçük uslu çocuklar geliyor.

www.kisi-sel.com

28 Nisan 2012 Cumartesi

ANTONİUS ile KLEOPATRA



Beklentilerin yarattığı duygular bizi ya hayalkırıklıklarına sürükler ya da o duyguların ve daha büyüklerinin olduğu bir denize. Neredeyse 2 ay öncesinden aldığım biletlerle ben de sürüklenmekteydim bu ikisinden birine. Yatak odasındaki aynanın üzerinde duran biletlere her gün bakıyor ve her baktığımda beklentilerimi istemeden de olsa artırıyordum. Heyecanla beklediğim o günden önceki gün şöyle yazmıştım seyir defterime: Yarın Büyük Gün.

Antonius ile Kleopatra oyunundan bahsedeceğim size. Oyun; Shakespeare’s Globe's 2012 International Shakespeare Festival’ine davet edilen oyun atölyesi tarafından hazırlandı. 26-27 Mayıs tarihlerinde Londra’da Shakespeare’s Globe’da oynanacak olan oyunla Türkiye temsil edilecek. Kendilerine başarılar diliyorum. Antonius ile Kleopatra hakkında bilgi sahibi olanlar konuyu az çok biliyorlardır zaten. Bu yüzden bundan bahsetmeyi düşünmüyorum. Zaten tiyatroya gitmeden önce konu hakkında bilgi sahibi olmak, tiyatroyu izlerken daha fazla zevk almanızı sağlayacaktır.

Salona girdiğimde heyecanlıydım. Koltuğuma oturduğum sırada; perdenin arkasından sesler geliyordu. Alıştırma yapan ekip bir yandan da bizleri tiyatronun o güzel mevsiminde güneşli bir geziye çıkarmaktaydı. Zaman ilerledikçe bütün koltuklar bir anda doldu. Sesler yükselmeye başladı hem salonda hem perdenin arkasında... Ve o an geldiğinde Antonius ile Kleopatra çıktı sahneye. Hani derler ya bir insanı tanımak için ilk 20 saniye önemlidir diye. İşte o an sahnenin dekoru, oyuncular vs vs vs her neyse; hepsi birden bana şunu söylüyorlardı bu oyun senin izleyeceğin oyunlar arasında çok iyi bir yere sahip olacak. Gerçekten de öyle oldu.



Oyuncu kadrosu çok iyiydi. Ben en çok Haluk Bilginer için gitmiştim aslında bu oyuna. Ve her zaman ki gibi mükemmeldi Haluk Bilginer de bu oyunda. Antonius için daha mükemmel bir seçim olamazdı herhalde. Hem duygusallığını hem güçlü karakterini çok iyi yansıttığını düşünüyorum bu oyunla. Peki ya Kleopatra? Ah işte o beni en çok şaşıtan karakterdi. Kendisini çok takip etmediğim Zerrin Hanım adeta başımı taşlara vurmama sebep oldu. Oyunda en zor rolü o oynadı bence. Bilemiyorum yorumcu ya da eleştirmen falan değilim. Ucuz bir müşteriyim gözlüklerinin ötesini, küçük sarayından dirsekleri pencerede elleri yanaklarında seyreden.  İşte ben bu oyundan sonra Zerrin Hanım' ın bütün tiyatrolarına gitmeye karar verdim. Kesinlikle beklentilerimin üzerinde bir performans ve kesinlikle olağanüstü bir oyun izledim. Tabii ki oyunda başka karakterler başka oyuncular da var. Detaylı bilgiyi ANTONİUS ile KLEOPATRA tıklayarak edinebilirsiniz.

Oyun daha ne kadar sahnede kalır bilemiyorum ama mayıs ayında da oynanacağı yazıyor oyun atölyesinin internet sitesinde. Hayatımda şahit olduğum en mükemmel ve muhteşem şey olan bu oyuna gitmenizi naçizane fikirlerimle tavsiye ederim, tabi bilet bulabilirseniz.

www.kisi-sel.com

Zürafa mı dedi birisi?

Hey millet size zürafalardan bahsettim mi ben? Bundan aylar öncesiydi, bir zürafa gördüm. Canlı değil ama birebir orandaki maketiydi. Oyuncak müzesine giderseniz sizde görebilirsiniz sokağındaki üç tane güzel zürafayı. Akşamları da sokağı aydınlatır bu güzel üç zürafa. Peki zürafalar nasıl canlılardır bir bakalım?

En başta uysal hayvanlardır. Çünkü et yemezler, başka canlılara saldırmaz kavgayı sevmezler. Zaten zürafaların kendilerine özgü sesleri de yoktur. Bu yüzden onlara uysal demek yanlış olmaz. Boynuzlarıyla doğan tek canlıdırlar. Genellikle 3-5 kişilik gruplar halinde yaşarlar. En büyük düşmanları arslanlardır. Yani çok güçlü hayvanlardır öyle kolay kolay kimseye av olmazlar. Çoğu hayvan yanına bile yanaşmaz. Arslanlar için bile kolay av olmazlar. Bir zürafa arslan gördüğü zaman rodeo atları gibi zıplamaya ve etrafına çifteler savurmaya başlar. İşte savurduğu bu çifteler onun kara hayvanları arasında ne kadar güçlü olduğunu gösteren belirtiler çünkü çiftesiyle bir arslanı bile öldürebilir zürafa. Özellikle su içmeye giderken kalabalık hareket ederler. Su içerken özel bir şekil almak zorunda kalır ve düşmanları için kolay bir av olurlar bu şekildeyken.

Benim içinse başka bir özellikleriyle yerleri ayrıdır zürafaların. Tabii ki kalpleriyle. Büyük vücutlarınında sebebiyle kalpleri büyüktür zürafaların, beyinlerinden bile daha büyüktür. Her zaman kalbinin sesini dinler, kalbiyle hareket eder bir zürafa. Kara hayvanlarının en romantiği ilan ediyorum ben onu, güçlü, duygusal ve yakışıklı...

www.kisi-sel.com

12 Nisan 2012 Perşembe

Romantizmin Kanatlısı Martı ile İstanbul'u Seyretmek



Zevkler ve renkler tartışılmaz deyip kesip atmak var hesapta ama o kadar da basit olduğunu düşünenlerden değilim. Buna karşın zevkleri ve renkleri çok tartışmamakta fayda var. Kimle mi? Özellikle, kendinizle tabii ki. yoksa başka insanlarla bunu tartışmak zaten çoğu zaman sonuç vermez.

Söz gelimi siz kalabalık ve gürültülü ortamları seversiniz, arkadaşınız ise tam bir klasik müzik sever; tam bir sessizlik, yalnızlık hayranıdır. olabilir. onunla bu konuları tartışmanın bir faydası olmayacağı açık göründüğünden tartışmayın. Böyle sevin birbirinizi. Ama insanın bir de kendisiyle tartışması var ki işte o çok dikkat edilmesi gereken bişey.

Psikolojide id ve superegonun çatışmaları arasında kalan ego dan bahsedilir ya. Belki de budur olan. Evet evet bu olmalı. Ben seviyorum mesela. Bunu bir kez daha anladım. Yüksek bir yerden aşağı bakmayı yani, seviyorum. Zaten insan kendisini anlamak için tıpkı diğer insanların onu anlamakta kullandığı yolu kullanırmış. Yani gözlem yolunu. kendinizi sürekli elma yerken buluyorsunuz mesela. gözleminiz sizin elmayı sevdiğiniz şeklinde yorumlanıyor beyninizde..

İnsanın kendini tanıma çalışmaları , bu hayatın anlamı olmasa bile , anlamına giden yolda en önemli duraktır. Ve ben, gittiği binaların hep en üst katından uzakları seyre dalan, yüksek bir binadaki evinden uzaklara bakınca rahatlayan ben; sanırım yüksekte olmayı seviyorum. Sanırıma gerek bile yok, kesinlikle seviyorum. Oysa yükseklik korkumda vardır ha. hani çıkarsan bir dağın tepesine hadi yürü desen , başım döner düşerim.

Hafta sonu point oteldeydim, zincirlikuyuda. Yine kendimi otelin en üst katında buldum. İstanbul çok güzel görünüyordu. Birden yanıma romantizmin kanatlısı geldi; bir martı. Otelden birileri arada besliyor olmalı ki, insanlardan hiç kaçmıyordu.  O yükseklikten bir martıyla şehre bakmak kesinlikle güzeldi. Olurda bu yazıyı okuyan biri çıkar, olurda point otelde bir gün manzaraya karşı yemek yerken aklına gelirim. Beni unutmasın çıksın iki kat daha yukarıya, martılarla konuşsun...

www.kisi-sel.com

9 Nisan 2012 Pazartesi

Değişen Hayatlarımız

GörselO küçük şehre ilk internet kafenin açıldığı günleri hatırlıyorumda; ne kadar büyük bir değişiklikti. Sel-Nur internet kafe. Yanlış hatırlamıyorsam içerisinde 6 tane bilgisayarın olduğu küçük bir yerdi. E bilgisayar almak zordu o yıllarda. Birçok arkadaşımın ilk bilgisayarı orada gördüğüne şahit oldum. İlk orada kullandılar.Ben o yıllarda bilgisayara çok yabancı değildim ancak arkadaşlarım gibi bende birşeyle ilk defa karşılaşıyordum; İnternetle. Klavyenin tuşlarına ne kadar büyük bir heyecanla bastığımı halen oldukça net bir şekilde hatırlarım. Arkadaşlarımın aksine kafeye gittiğimde daha çok internette gezinir, yeni siteler keşfederdim. O yılların hani çok yavaş açılan, oldukça basit ve sınırlı internet sitelerinde...

İnternet kafelerin hayatımıza girmesiyle beraber büyük bir değişim yaşandı. Liseye başladığımız yıllarda sayıları arttı, fiyatları biraz daha makul seviyelere indi, e bizde daha çok gider olduk. Gümüşhane' nin dağları arasında sıkışıp kalmış bir avuç çocuktuk ki; internet sayesinde yabancı ülkelerden bile arkadaşlar edinir, insanlar, şehirler, yaşamlar öğrenir olduk. 

Ve günümüze gelirsek, artık görüntülü bile görüşebiliyoruz internet üzerinden. Eskiden yaşadıkları ülkeleri yazarak anlatmaya çalışan arkadaşlarımız, ipad lerini alıp sokağa çıkıyorlar ve bizimle birlikte yürüyorlar. Bazı internet siteleri ise günümüzde hayatın olmazsa olmazları haline geldiler. Facebook, twitter gibi. Eskiden internetin olduğu bir ev bulmak zorken, artık evdeki büyüklerimizin bile bir facebook adresleri var. Facebook, twitter, foursqare ve daha bir sürü siteye yapışıp kalıyoruz gün boyu. İnternetin günlük hayatımızdaki yerini karşılayan bir sözcük bulmakta zorlanıyorum. Yüzümüzü yıkadıktan sonra bakmaya başlıyor ve yatana kadar onunla birlikte oluyoruz.

Halen bir bilmece gibi dursada önümüzde, teknoloji hayatı kolaylaştırıyor mu, zorlaştırıyor mu sorusu; benim dikkatimi çeken yegane şey insanın artık daha kolay değişime ayak uydurabiliyor oluşu. Hani hep derdik ya eskiden bilen insan aranıyordu artık bilen değil bilgiye ulaşabilen insan aranıyor diye. Bence bundan sonrada değişime en kolay ayak uyduran insanları arayacağız...



www.kisi-sel.com

19 Ocak 2012 Perşembe

Ömrümüzden Geçen Günler

TEKELİ

Yağmurlu bir son bahar günü adımımı attım Adana’ya. Havaalanına indiğimde, sırtımda çantam, cüzdanımda beni bir süre idare edebilecek kadar param ve birkaç tane telefon kartım vardı. Havaalanındaki telefondan evi arayıp; evdekilere, uçağımın sorunsuz iniş yaptığını ve en kısa zamanda onları tekrar arayacağımı söyledim. Telefonu kapattığımda tamamen yalnızdım. Daha önceden de yalnız kaldığım olmuştu, üniversitedeyken Trabzonda, Bankada çalıştığım zamanlar İstanbul' da. Hem de ne kadar bir başıma. Ama bu sefer farklıydı. Bu sefer içimde fırtınalar, kızgınlık, pişmanlık, mecburiyetin verdiği nefret ve bir çok duyguyla doluydum. İşte o an anladım ki, yalnızlık değil de, insanın sevdiklerinin desteğinden uzakta olması, acıtırmış canını. 

Adana da başladığım uzakta olmaya, Osmaniye ye geçerek devam ettim. Tekrar evi aramam biraz zaman aldı, biraz da yağmur altında ıslanmam gerekti teslim olduğum birlikteki telefonun yanında. Ertesi gün 1 aylığına eğitim almamız için Hatay/ Dörtyol a gönderildik. 1 Ay sonunda tekrar Osmaniye ve eğitim sonucunda askerliğimi yapacağım yer olan T tipi Cezaevine. Baya zor zamanlarım oldu. Hatırlamak istemediklerim hatta bazen hiç istemediğim halde aklıma bir gong sesi gibi çarpan anılar. Ama hepsi bitince, hepsi geçince insanın kendini daha da güçlü hissetmesi güzel bir duygu.



Birlikte askerlik yapmaya başladığımız arkadaşlarımızla tekrar memlekette buluştuğumuzda hepimiz aynı şeyi düşünüyorduk: “Sanki rüyadaydık da uyanmışız.” Artık güzel yanlarıyla hatırlamak istiyorum bende o günleri. Mesela askerlik yaptığım süre boyunca hep yanımda olan arkadaşım Yakup ŞAHİN’ i unutmamak isterim. “Ben başkasının pantolonunun ağını dikmeyi sevmiyorum ya bak bu son olsun daha dikmem” diyen ama hep yardımıma koşan Yakup’ u hatırlamak kesinlikle en doğrusu. Yemekhane de İngilizce çalıştığım sıralarda, defterimin yanında olmadığım bir sıra, defterime İngilizce bir şeyler karalayıp yüzümü güldüren, dertleşebildiğim, yardımlarını benden esirgemeyen arkadaşım Uğur TEKELİ de asla unutmayacaklarımdan. Gerçi Tekeli’ yi orada askerlik yapan kimsenin unutmayacağına eminim. Sadece kendi döneminde askerlik yapanlar değil herkesle iletişim kurardı. İsmini sayamadığım ama çok net hatırladığım bir sürü insan şimdi yurdun dört bir yanına dağılmış.

Ömrümüzden geçen günleri birer birer harcıyoruz işte; nefeslerimizin geride bıraktığı seda dost ağızlarda hep ıslatılır diye umarak. Ve ben bu yazıyı yıllar sonra okuduğumda da, görüşüyor olmayı umut ediyorum arkadaşlarımla. Umarım kötü anılarımın hepsi çabucak yok olur, umarım aklımda iyi anılarım daha da yer eder …