13 Ekim 2014 Pazartesi

PEŞİMİZDELER, SAKLANIN!

Okula her zaman elimde çantamla yürüyerek giderim.  2 km' lik yol bana her zaman yakın gelmiştir ayrıca her gün yürüyüş yapmakta beni zinde tutar. Ancak bir gün bu yolun bana zehir olacağını nerden bilebilirdim ki?

Öğrencilerin her zaman ki haylazlıklarıyla geçen bir günün ardından eve gitmek için okuldan çıktığımda takip edildiğimi hissettim. Birkaç sefer arkama dönmüşsem de kimse dikkatimi çekmedi. Hem zaten İstanbul gibi koca bir şehirde, bunca kalabalığın içinde insan takip edildiğini gerçekten çok zor anlar. Birkaç yüz metre ilerledikten sonra içimdeki kuşku büyümeye başladı. Öğrencilerimin yaptığı haylazlıkları düşünmeye başladım, acaba kızdığım ya da düşük not verdiğim öğrencilerden biri mi beni kafasına takmıştı yoksa böyle bir öğrencinin bir yakını mı? Bugün 4 sınıfın yazılı sonuçlarını okumuştum. Düşük not alan  7-8 tane öğrencim vardı ama onlardan böyle şeyler beklemiyordum. Aklıma geçen hafta arkadaşıyla kavga ederken bulduğum Metin geldi. 8. sınıf öğrencisiydi. Ergenliğin en zor dönemlerinden geçmeleri bir yana, sınıfça okuldaki en büyük öğrenciler olmaları da bazı yanlışlar yapmalarını kolaylaştırıyordu. Kavgayı ayırırken biraz kızmıştım ama sonrasında konuşmuş ve anlaşmıştık. Yine de eğer takip ediliyorsam ondan şüphelenmeliyim sanırım.

Yolumun yarısında bir markete girdim. Bu büyük markete peşim sıra girenleri gözetleyerek gerçeği görebilirim diye düşündüm. Markette yaklaşık 10 dk oyalandım. Bir yandan da evimin alışverişini yapıyordum. Bu 10 dk boyunca şüpheli hiç kimse markete girmedi. Bu beni rahatlattı ve içim rahat bir şekilde marketten çıktım.

İçim rahatladıkça huzur buluyordum. Ancak bu durum çok uzun sürmedi. Tam da marketten çıktığım vakit karşıdaki kaldırımda bir sokak lambasına yaslanmış sigara içen birini gördüm. Etrafı gözetliyordu ve ben çıkınca bana döndü bir an göz göze geldik. Sigarasını atıp karşı kaldırımda benim gittiğim yöne doğru yürümeye başladı. Bir taksi tutup evime gitmeye kalkışsam kısa mesafe diye hiçbir taksici beni kabul etmeyecekti ve taksicilerle tartışmak zorunda kalacaktım hem elimdekileri bahane edecek kadar da fazla malzemem yoktu. Adımlarımı hızlı hızlı atmaya başladım. Neyse ki yolun bundan sonraki kısmı daha çok yokuş aşağı inilecek şekildeydi. Göz ucuyla adamı izliyordum. Sık sık ve göstere göstere bana bakıyordu. Bir an eve girmek belki de çözüm değil diye düşündüm ama sonra vazgeçtim eve gelirse kapıyı açmaz ve polisi arardım hemen.

10689590_952582854768452_8597491077741523224_n Evime yaklaşık 20 metre kala başımı çevirerek ona baktım yine göz göze geldik ancak bu sefer belindeki silahı gördüm. İşte bu çok kötüydü belki de beni öldürmeye kalkışacak kadar psikopat birisiydi. Elimdekiler, çantam dahil yere düştü koşmaya başladığımda. Çok korkmuştum. Yıllar öncesinde öğretmenini görünce titreyen, saygıda haşa kusur işlemeyen öğrenciler yerine artık öğretmenini öldürmek isteyen öğrenciler mi vardı yani, bütün öğrencilerimiz canımızı yakmak için peşimizdeler mi yoksa, saklanalım mı? Aklımı kaçırmak üzereydim. Eve koşarak geldiğimi camdan gören karım şaşırmış olacak ki kapıyı açmıştı ben eve girene kadar. Hemen kapıyı kilitledim ve telefona sarıldım. Polislere durumu anlatırken bir yandan perdeyi aralıyor ve sokağın başında bekleyen kişiyi tarif ediyordum. Karım ise arkamdan bakıyor ve hayretler içerisinde ağzını tutuyordu. Bana orda kimse yok dedi. Telefon elimde şaşıp kaldım. Telefonu kapattım, karıma anlattım, işte şurada köşede bıyıklı zayıf ve orta boylu bir adam görmüyor musun işte şurada bak belinde silahı bile var beni bekliyor. Metin' e çok benziyor bence kesin Metin bunu sardı başıma diye anlatırken karım dışarıya bakıyor sonra da bana bakıyordu. Birden ağlamaya başladı. Orada kimse yok deyip duruyordu. Adam camdan baktığımızı görecek diye korkup içeriye çektim onu da. Polisi beklemeye başladık. Ve polis geldiğinde kapıya çıkıp onlara da anlattım ama onlarda görmüyordu. Bu inanılır gibi değildi. Yanına gitmeye başladığımızda ise adam polisleri görüp kaçmıştı ama ısrarla bana orada kimse yok diyorlardı.

Aslında bu anlattıklarım basit bir hikaye. Öyle bir hastalık düşünün ki hasta olduğunuzu anladığınızda inandığınız, gördüğünüz, işittiğiniz şeyin bir hayal olduğu ortaya çıkıyor. Öyle bir hastalık düşünün ki her şeye şüphe ile bakmaya başlıyorsunuz. Bahsettiğimiz bu hastalık: Şizofreni.

Şizofreni hastalarının topluma kazandırılması ve tedavi görmelerinin önündeki en önemli engeller; damgalanma, önyargılar ve ayrımcılıktır. Bu engellerden dolayı bir çok hasta tedavi bile olamamakta. Şizofreni hastalarının yardımınıza ihtiyacı var. Dünya sağlık örgütünün raporuna göre ülkemizde 500 bin şizofreni hastası varmış. Onları toplumumuzdan uzak tutmamalıyız. Bırakın ellerimizden tutsunlar.
*Fotoğraf: Zeynep MERDAN

21 Eylül 2014 Pazar

Evde hayvan beslemeyin, hatta sokakta bile...

Evde hayvan beslenir mi hiç kuzum? Mesela kedi veya köpek asla beslemeyin. İşi abartıp hamster yani bildiğin fare besleyenler var. Ya hu mikrop yuvası bunlar. Tüy kaçar ciğerlerine hasta olursun. Evde beslemeyi geçtim aman diyeyim bahçe de falan da besleme. Bunlar affedersin pislerler sonra bulaşır her yerlerine ve o halleriyle gelip senin üzerine atlarlar, hastalık yuvası anlayacağın. Hem hiç mi duymadın sen köpek giren eve melek girmezmiş. O zaman sen evde kedi, kuş, hamster gibi hayvanları da besleme işi garantiye al.

Görüyorsun sende hayvan besleyenlerin hallerini değil mi? Evlerine misafir bile alamıyorlar zaten misafir olarak da kimse gitmek istemiyor. Sürekli üzerine atlayan seni oyun arkadaşı sanan ve ne yapacağı belli olmayan bir köpeğin bulunduğu eve kim misafir olmak ister ki? Ya da arkadaşına evimde bir fare var gel sana da göstereyim mi diyorsun sen? Ama en önemlisi çocuklarımızı bu gibi hayvanlardan uzak tutalım. Malum onlar çok daha hassaslar değil mi? Hadi her şeyi göze alıp bir köpek besledik ama bir gün çocuğumuz olursa köpeğimizi hemen kapı dışarı atalım mesela. Bununla birlikte çocuğumuz yanımızdayken sigara içmekten hiç çekinmeyelim ya da yüksek sesle tartışmaktan ya da evde kablosuz modem, cep telefonu, bilgisayar veya televizyon gibi radyasyon yayan cihazlar kullanmaktan hiç çekinmeyelim...

kid-friendly-dogsKöyden kente göçtüğümüz yıllarda koptu hayvanlarla olan bağımız. İneğimizi, tavuğumuzu, köpeğimizi, kedimizi kısacası ne kadar hayvanımız varsa hepsini bıraktık ve kaçtık daha uygar olduğuna inandığımız soğuk, kalabalık, ağaçsız ve betonarme şehir hayatına. Artık güçlü ve hızlı bir atın aynı zamanda ne kadar sadık ve duygusal olabileceğini bilmiyoruz. Bir hayvanla duygusal bir bağ kurmuyor, bir hayvanı sahiplenmiyoruz. Şimdilerdeyse atlara ne kadar uzak kaldıysak; kedi ve köpeklere de uzak kalmaya başladık. O kadar ki sokak hayvanlarına bile tahammülümüz yok. Gördüğümüz yerde saldıracak sanıp taş atıyoruz, kovalıyoruz ve hayvanları rahatsız edecek her ne kadar hareket varsa yapıyoruz. Sonra aynı hayvan şanslı olup da ölmemişse -kim bilir belki bir ayağı sakat kurtulmuştur ya da bir gözü kör- etrafına saldırıyor ve kaçınılmaz sonla karşılaşıyoruz: İnsanlar belediyelerden ölüm fermanları çıkarmaya çalışıyorlar. Halbuki hayvanlara, özellikle de sokak hayvanlarına, hayatımızda yer vermek ve onların yaşamalarına yardımcı olmak çok güzel sonuçlar doğurabilir. Mesela esnaflar kapılarının önlerinde hayvan görmek istemiyorlar, oysa sevmeyi ve beslemeyi seçseler, sadece bir kap suyun bile ne kadar sadık ve kıymetli bir dost olarak geri döneceğini anlasalar, çocuklarına hayvan sevgisi aşılasalar ne kadar güzel olur.

Yapılan araştırmalar hayvanlarla iletişim kuran öğrencilerin gelişen iletişim yetenekleri sayesinde okul yaşamları boyunca ezberci değil irdeleyen ve anlayan bireyler olarak yetiştiklerini göstermektedir. Misal bir köpekle birlikte büyümek sürekli bir deneysellik katabilir yaşamınıza. Köpeğinizin nasıl öğrendiğini deneyerek öğrenirsiniz, davranış bozuklukları olduğunda araştırarak çözümler bulmaya çalışırsınız. Doğayı anlama becerileriniz gelişir.

Köyden kente göçte hayvanlarla iletişim kurma becerilerimizi yitirmemizin yanında, hayvanlara düşman bir nesil de yetiştirmeye başladık. Çocuklarımızı daha çok küçükken hayvanlara karşı dolduruşa getiriyoruz. Daha çok küçükken çocuklarımız "ısıracak seni sakın o köpeğe yaklaşma" sözlerimizle karşılaşıyorlar ve sokakta gördükleri köpeklere taş atar duruma geliyorlar, büyüdükçe hayvanlara sevgi duymaya değil, eziyet etmeye başlıyorlar. Oysa şöyle bir şey duydunuz mu hiç "Allah der ki; hayvanlar benim sessiz kullarımdır, şimdi zulme susuyorlar ama hesap günü konuşacaklar"…

Peki Kağıthane'nin Hamidiye mahallesinde yaşanan tecavüz olayını duyduğunuzda üzülmediniz mi?

8 Haziran 2014 Pazar

Bir Deli Çınar

1505641_783928494969083_1796252518_n

Bir çınar kadar güçlü kök salamadı toprağına; payına düşen, rüzgarlarda ıslıklarla dans etmek değilmiş ama bir çınar olsaydı eğer sadece küçük çocukların değil koca koca adamlarında kitaplar okuduğu bir sığınak olurdu ya da yanı başında sakladığı ve ismini verdiği köy kahvehanesinin sıcağından kaçıp gölgesine gelen, her gün ne olacak bu Türkiye'nin hali muhabbetlerini şeker misali demli çayına katık eden Anadolu'nun saf, temiz, iyi kalpli insanlarının bir araya geldiği bir durak ya da yaşadığı köyü emperyalizmin kanlı avuçlarına vermemek için inançla, korkusuzca, kimi zaman güçlükle ve güçsüzce kimi zamanda inadına sahip olmadıkları ama sahip olduklarına inandıkları bir güçle savaşan bir kaç hayalperestin karargahı...

24 Ağustos 2013 Cumartesi

Var Biraz Da Sen Oyalan




Aylağıyım dünyamın, aylağıyım öteden. Çocukken yürürdüm sabah ezan sesleriyle, akşam kuş ve köpek; ve ellerim mutlaka ceplerimde. Şimdi yürüyorum sabah otobüslerin boşalan firen sesleriyle, insanların; akşamları kör karanlıkta bile, hiç durmayacakmış gibi devam eden hatta dalga seslerini bile bastıran; kahkahaları ile, yerli yersiz küfürleriyle, bağırtıları ile, türlü türlü lâkırdıları ile ve ellerim mutlaka ceplerimde.

Beride insanlar var, kalabalıklar; diğer tarafta deniz. Ufukta gemiler ya var ya yoklar. Hava aydınlık, güneş tepemizden yeni gitmiş. Derken bir sestir beynimi kemiriyor. Bir küçük sinek mi desem yoksa bir vızıltı? Anlamaya çalışıyorum, bir soru soruyor: para sorun olmasaydı diyor, yaşayacağın hayat nasıl olurdu?

Bir anka gölgesi çöküyor üzerime. Suratım düşüyor. Kalakalıyorum olduğum yerde. Süregiden yaşamak savaşımızda para o kadar çok öznemiz olmuş ki ey okur; bu soru ile, eline silah tutuşturulup bir savaşın orta yerinde kendisinden bir şeyler yapması beklenen askerler gibi hem bir şey yapmak zorunda hissediyorum hem o bir şeyi bulamıyorum.

Mesela şöyle boğaza nazır bir yalı olmalı diyorum ve o yalının biraz küf, biraz korku, biraz tenhalık ama en çok da ben kokan bir çatı katı. O çatı katının denize bakan tarafında, eni boyu bir, orta boy ve tamamen açılan bir pencere; bir kahve masası, masanın altında okuduğum gazete ve kitapları koyabileceğim bir bölme ve masanın iki yanında da sallanan sandalyeler... Odada kitaplarım için ahşap raflar istiyorum. Bir köşeyi fotoğraf köşesi yapıyorum, en sevdiklerim yukarda rastgele asılmış olacaklar diğerleri altta albümlerimde duracaklar. Arada sırada benim gibi aksilik yapacak, yarı yolda sıkılıp geri dönecek, ama mutlaka Amerikan olacak, eski model bir de araba... Sonra vazgeçiyorum bu değil diyorum.

Doğduğum toprakları özlüyorum. Karşımda memleketimin dağları olmalı ve güneş görse pencerem kafi diyorum. Kitaplarımı çalışma odamda saklıyorum. Ve ziyaret etmemeye bahane bulamasın diye sevdiklerim, yüksekte olmasın evim. Sonra bundan da vazgeçiyorum.

Belki de sadece anılarımda kalmalı geçmiş, hayata yeniden başlamalıyım diyorum. Mesela hiç tanımadığım bir memlekette uyanmalıyım. Dillerini bile konuşamadığım bu memlekette belki bir göl kıyısında olur evim. Küçük bir bahçem ve çiçeklerim...

Türlü türlü düşler görüyorum ey okur, sancılanıyorum, onu istiyorum bunu istiyorum ama düşlerimin mutlulukla da olsa acıyla da olsa eninde sonunda bir yokluğa sürüklendiğini gördükçe hepsinden sıkılıyorum. Hangi düşü görüyorsam önce neşeyle seviyor, aşkla büyütüyor sonra kederle öldürüyorum, vazgeçiyor ve istemiyorum. "Mal sahibi mülk sahibi/ hani bunun ilk sahibi" diyorum. " O da yalan bu da yalan / var biraz da sen oyalan"* diyorum.

www.kisi-sel.com

*Yunus Emre

6 Nisan 2013 Cumartesi

Eski Sayfalardan Başka Birşey Yok

"Biz öyle sanıyoruz ama aslında hayat zor degil." diyordu Yeditepe İstanbul dizisinin Ali Abisi. Kör kuyularda yalnız kaldığı günleri hatırlıyordu belki; ya da "Ne değişti de artık insanlar hayatlarını bazı şeyler uğruna adamaktan vazgeçti" diye isyan ettiği günleri...

Meral Okay hayatı boyunca o kadar güzel yapıta imzasını attı ki hangisini söylesem içimizden biri mutlaka ama mutlaka kalkıp işte gerçek bu, işte hayatın kendisi bu der. Hepimizin hayatına dokunmuşluğu var. Benim en çok sevdiklerim arasındaki Yeditepe İstanbul dizisi ise bunlar arasında (bence) en doyurucu olanı. Güçsüz insanların, zorlu hayatları. Hep en önde savaşmak zorunda bırakılan, ama yinede korkmayan insanlar. Hangisi daha zor bilmiyorum, güçlendikçe zenginleştikçe yalnızlaşan insan mı yoksa birbirine sarılmadan ayakta duramayacağını bildiğinden, yakınındakiyle bir bütün olmuş ama hiç yorulmadan ve hiç durmadan savaşmak zorunda kalan mı?

Hep düşünürüm gerçektende hayat zor değil mi? Yani bütün suç bizde mi? Gereksiz yere mi korkuyoruz yoksa? Mesela isterdim ki elimizde bir mutluluk ölçer olsun. Bir görebilsek ne olur sanki, mutluluktan ne kadar uzakta olduğumuzu? Herşey belli olsa, bir ev bir araba kadar mı uzakta mutluluk ya da bir insan eli kadar mı uzakta? Bilsek ne kadar uzakta olduğunu ona göre bir plan yaparız. Uğruna ne verebileceğimizi biliriz söz gelimi, nelerden vazgeçebileceğimizi hesap ederiz. Ama maalesef yok böyle bir ölçek. Peki ya olsaydi? Bence o zaman görür ve korkardı insan mutluluğa uzaklığından. Çünkü o eve sahip olması ya da o eli tutuyor olması yetmeyecek. Hayalinde kurduğu gibi herşey yolunda gitmeyecek mesela. Uğruna birçok fedakarlıkta bulunduğu evi alacak ama belkide sonraki yıl bir depremde kaybedecek. Kimbilir aşık olduğu, yıllarca peşinde sokaklar boyu revan olduğu kişiyle evlenecek ama belki de bu da yetmeyecek.


Yeditepe Istanbul dizisinden en çok sevdiğim sahnesiyle hatırlatır bu durumu Meral Okay:
Aşkını göğsüne kazıyan Ömer` e kızar Duru. "Bende hiç izin yok sanıyorsun öyle mi" der. Eline bir cam parçası alır ve avcunun içini kanatır. " sen böyle inanmaya alışmışsın" der. Birşeyleri araç olmaktan çıkartıp amaç yaptığımızda başımıza gelenler Ömer' in başına gelir. "Seni seviyorum Ömer, bildiğin gibi değil" cümlesiyle donar kalır. Ne yapması gerektiğini bilemez.

www.kisi-sel.com

23 Mart 2013 Cumartesi

AYIP OLMAZ MI?


Kimler varmış içimde yoklama yaptım
Deliler çıktı cellatlar bir de şeytanlar.....

Bu kadar cömert olmak zorunda mı insan içinde büyütürken başka başka insanları? Bu kadar mı zor kendi düşlerini kurması? Bir şeyi sevmek için bile başkalarının onayını beklemesi neden? "Peki hayat bu kadar zor mu?, atılır mıyız oyundan benzemezsek onlara"

İlk olarak daha çok küçükken belki daha çocukken bile diyebilirim, Doğan Cüceloğlu' ndan duyduğumda, ağırlığının altında ezildiğim, anlamak için defalarca ve defalarca okuduğum bir cümleydi kendin olma savaşı. Kitabının adı: Savaşçı. Tam da şu yazıyor başlangıcında:

"Seni diğerlerinden farksız yapmaya bütün gücüyle gece gündüz çalışan bir dünyada,KENDİN OLARAK KALABİLMEK,dünyanın en zor savaşını vermek demektir. Bu savaş bir başladı mı,artık hiç bitmez!..."

e.e. cummings e ait olan  bu cümleyi okuduğumda 14 yaşımda ya vardım ya yoktum. Kitabın yarısına kadar geldiğimde bile takılıp kaldığım bu cümleyi adeta hayat parolam yapmaya karar vermişken aklımda bir çok soru ve kargaşa vardı. Aslında anlayamadığım bu cümleden ziyade insanların neden hep birbirlerine benzemek isteyecekleriydi. Neden herkes kendi olmaya çalışmasındı ki? Soyut düşünebilmeye yeni başlamış ben somut birşeyler arıyordum anlayabilmek için. Ve bir gün, bu kitabı okuduğum bir öğlen vakti, okulumuzun diğer yerlerine nispeten yeşil kalmış bölümünde oturuyorken; hani bazen insanın aklına aniden gelir ya gerçekler; tamda o an fark etmiştim; bütün arkadaşlarımla aynı kıyafetleri giymemiz, aynı derslere girmemiz ve aynı şeyleri bilmemiz isteniyordu bizden. Gerçekten de hiç bir farkım yoktu ki arkadaşlarımdan. Hepimizin aynı yerlerde, aynı şekillerde davranmamızı isteyen bu sistemde insan nasıl olurda içinden geleni bilebilirdi ki?
dünyam!

Kendimi dinlemeye Ali Fuat Kadirbeyoğlu Anadolu Lisesinin diğer bölümlerine nazaran yeşil kalmayı başarabilmiş o bölümünde karar verdim. 6. Sınıfta olduğumu hatırladığım o günlerde kendim olabilme savaşımı başlattım. Herkes gibi yana taradığım saçlarımı, dikleştirerek okula gitmek ilk icraatım oldu. Aradığım o somut gerçeği anında gösterdi hayat: 2 hafta boyunca arkadaşlarımın alay konusu oldum. Dik durdum saçlarım gibi, kararlı davranmaya devam dedim. Sonraki hafta benimle dalga geçenlerin çoğu saçlarını benim gibi dikleştirip geldiğinde ise doğru yolda olduğumu anladım.

Şimdi düşünüyorum da; hani hep dışladığınız, hani hep kötülediğiniz oyunbozan ya haklıysa? İçimizde başkalarını büyütmek yerine ne zaman kendimizi büyütsek; mutluluğumuz başkalarını kıskandırmaz mı? Hani o herkesin bildiği doğruları değilde kendi doğrularımızı yaşıyor olsak sonuçları kötü bile olsa içimizde huzur nehirleri oluşmaz mı? Korktuğumuz nedir, başkalarının düşüncelerimi? Korktuğumuz nedir oyundan atılmak mı?

Mor ve ötesini dinlerken, içimizde büyüttüğümüz deliler, cellatlar ve şeytanlar geldi aklıma. Sırf onlar seviyor diye sevdiğimiz masallar, sırf onlar istemiyor diye koparttığımız çiçekler ve bir de köşesine çekilmiş, yüzünü çevirmiş, küstürülmüş ben' imiz. Sizde söyleyin "Ayıp olmaz mı?"

www.kisi-sel.com

16 Şubat 2013 Cumartesi

Mobilizm Nedir?

Görsel

Araç kiralamak fikrine şimdiye kadar hep karşı çıkmışımdır. Uzun ve içeriği belirsiz sözleşmeler imzalamak gerektirmesi, şirketin size güvenip güvenmeyeceği, ki bazen 24 yaşından büyük olmanızı istiyorlar, araçla ilgili bir problem yaşadığınızda yanınızda olup olmayacağı gibi soru işaretlerinden dolayı yanından bile geçmedim. Tam araç almak üzereyken www.yemeksepeti.com üzerinden verdiğim bir sipariş sonucunda Mini Cooper sürüş keyfi kazanarak; mobilizm firmasıyla tanıştım. Bana özel araç kartımı adresime kadar getirdiler. İstediğim bir gün ve saate rezervasyon yapıp aracı kullanmaya başladım.Sisteme üye olmak istediğimde ise çok özel avantajlar sundular.

Mobilizm Nedir?

Görsel

Yeni nesil araç kiralama modelidir. Avrupa ve Amerika' da Car Sharing adıyla anılan sistemin Türkiye' deki yansımasıdır.

Sisteme getirdiği yenilikler nelerdir?

Günlük kiralamanın yanında, 10 TL den başlayan fiyatlarla saatlik de araç kiralayabilirsiniz. Araç kiralamak istediğinizde, www.mobilizm.com internet sitesi üzerinden veya 444 66 24 mobilizm çözüm merkezi aracılığıyla rezervasyon yapıp, size özel kartınızla aracın kapılarını açar ve aracın içinde bulunan anahtarla aracı çalıştırırsınız hepsi bu. Formlarla ya da insanlarla uğraşmazsınız. Benzin için sadece kullandığınız kadarını ödersiniz. Türkiye' de sadece 25 adet bulunan Fiat 500 by Gucci gibi çok özel araçlara kolayca ulaşırsınız.

Kaza ve Hasar durumunda ne olacak?

Kaza olması durumunda mobilizm ile iletişime geçip, yönlendirmelere uygun hareket ederek sigortadan yararlanabilirsiniz. Böylece kaza veya maddi hasar durumunda, sürücü kusurundan bağımsız olarak, hasar tamirinin sadece 500 TL’ye kadar olan kısmını ödersiniz kalan kısım sigorta tarafından karşılanır.

Mobilizm ' i diğer Car Sharing firmalarından ayıran özellikler neler?

Bu soruyu yetkililerini ilk sorduğumda aldığım cevap çok klasik ve duymaya alışkın olduğum bir cevaptı. Bana anlayışlı ve müşteri dostu olduklarını söylemişlerdi. Ancak bu cevabın doğruluğuna inanmam için sistemi biraz daha kullanmam gerekti. Önerilerim ve isteklerim her defasında dikkate alındı. Bir sorunla karşılaşmam durumunda ise çağrı merkezlerinden sürekli destek aldım.

Görsel

Günümüzde herkesin bir araç sahibi olması, trafikte çok fazla araç olmasına,çevre kirliliğine ve kullanım şımarıklığına sebep olmakta. Oysa mobilizmi kullanırsanız bunların hiç birine sebep olmamış olursunuz. Mobilizm araçları yeni model araçlardır. Sigorta, kasko veya diğer araç masraflarıyla uğraşmak zorunda kalmazsınız. Değişik ve günden güne artan park noktaları sayesinde, cebinizdeki size özel kartla yakındaki park noktasından dilediğiniz model aracı alır ve kullanmaya başlarsınız. Ben araç almak için ayırdığım paramı başka bir yatırıma yönlendirerek tasarruf ettim, araç ihtiyacımı ise mobilizm ile karşılıyorum.

www.kisi-sel.com

25 Haziran 2012 Pazartesi

Seyr-i İstanbul

Artık bir klasik haline dönmüş İstanbul gezmelerimizde bu hafta Sapphire' e düştü yolumuz. O istanbul' un en yüksek binası. Bizlere eşsiz bir manzara sunuyor. Anadolu yakasından buraya gitmenin en kestirme yolu; önce metrobüsle Mecidiyeköy' e gitmek ardından da,  metroyla 4. Levent' e geçmek. 4. Levent' e geldiğinizde metronun çeliktepe çıkışından çıkarsanız Sapphire' in içine giden bir çıkış bulacaksınız. Restoranların bulunduğu bir katla sizi karşılayacak Sapphire. İçerisinde 4 katlı bir alış-veriş merkezi bulunmakta. Benim için dikkat çekici olan bir özellikten bahsetmek istiyorum. Normalde aynı koridorun sonunda karşılıklı olan tuvaletler bu binada farklı dizayn edilmiş. Biri sağ taraftaki dükkanların yanındaki koridorun sonunda, diğeri sol taraftaki dükkanların yanındaki koridorun sonunda.

Binanın en altında bir bal mumu müzesi var. Müzedeki heykellerin hepsi Rus heykeltıraşlar tarafından oluşturulmuş. Rusya'nın St. Petersburg bölgesindeki bal mumu müzesinden getirilen heykeller bir kaç bölüme ayrılmış. İlk bölümde Osmanlı Padişahları ve Rus tarihinden önemli insanlarla tarihi bir serüvene katılıyorsunuz.


Üzerinde yaşadığımız bu değerli toprakları belkide ona borçluyuz. Türklere anadolunun kapısını açan Alp Arslan.



Avrupa' da Avicenna olarak tanınan; İbni Sina. Kendi döneminde akıl hastaları zincire vurulup odalara kapatılırken; o da Farabi gibi müziği tedavi amaçlı kullanmıştır.



Karşınızda Ivan Grozni. Korkunç İvan olarakta bilinen İvan Grozni 1533 den ölümüne kadar Rusya' nın Çarı olarak görev yapmıştır. Üç yaşındayken tahta çıkmıştır. Zeki, dindar ve şüpheci bir kişiliğe sahiptir.



Daha çok sıcak denizlere inme planlarından dolayı denizcilik ve gemicilikle ilgili incelemeler yapan Petro, şanından öte bir gemide en alt rütbede çalışarak ilginç kişiliğini ön plana çıkarmıştır. Osmanlılar bu yüzden Petroya 'Deli Petro' lakabını takmıştır fakat söz konusu Prut Savaşı'nda Osmanlı'nın karşısına büyük ve dayanıklı gemilerle gelince Deli Petro'nun adı Büyük Petro olarak anılmaya başlanmıştır



Adolf Hitler' i tanımayanınız yoktur. Bu kadar yakından bakmak, heykeline bile olsa, ürkütücüydü.


Sonraki bölümde Avrupa tarihine tanıklık ediyorsunuz. Mevlana ve Atatürk için ayrı ayrı bölümler var ve her ikisi içinde özel sunumlar yapılmış. Gezi boyunca Hürrem Sultan'ın tırnaklarının neden uzun olduğu hakkında, Casanova' nın kaç sevgilisi olduğu hakkında, Deli Petro' nun neden sakalı uzun kişilerden vergi aldığı konusunda... ve benzeri bir çok konuda bilgi ediniyorsunuz.


Yaşamak bir ağac gibi tek ve hür/ ve bir orman gibi KARDEŞÇESİNE, /bu hasret bizim... Nazım Hikmet Ran



Mevlânâ Celaleddin-i Belhi Rumi



Ulu Önder Atatürk


Sapphire' in teras katına gelecek olursak; 54 kat yukarıya çıkmak için alış veriş merkezinin en üst katından bilet almanız gerekiyor. Teras'ta İstanbul' u seyretmenin yanında bir de 4 boyut sinemada özel bir İstanbul turu yapmak istiyorsanız biraz daha para ödeyerek asansör sıranıza geçebilirsiniz. Sıraya daha girmeden 2 arkadaş sizi kolunuzdan tutup yeşil bir panonun önüne getirecek. Fotoğrafınızı ücretsiz çekiyorlar ama baskısını almanız için ücret ödemeniz gerekiyor tabii ki. 4 farklı arka fon kullanabiliyorlar fotoğraflarda. Size fotoğraf numaranızı verip, sizi sıranıza yollayacaklar. Asansöre girerken en önce içerideki düğmeler dikkatinizi çekecek sanırım. O kadar çoklar ki adeta bir kokpitte hissedeceksiniz kendinizi. Aslında haksız da sayılmazsınız. Tahmin edin 1. kattan 54. kata kaç dakika da çıkacaksınız? Hadi bir sayı söyleyin? 5 mi, 3 mü? Belki 2 diyeniniz olabilir ama 50 saniyede diyeniniz olmaz. Asansör yaklaşık 18 km hızla yukarı çıkıyor ve gerçekten de 50 saniyede kendinizi yukarıda buluyorsunuz. Katları çıktıkça kulaklarınızda bir tıkanıklık oluşuyor ancak kısa sürede geçiyor. En sonunda yukarı çıktığımızda bizi iki farklı iklim bekliyordu. Bir tarafta esen aşırı sert rüzgardan dolayı açılmayan kapı diğer tarafta ise adeta çöl sıcaklığı. Bu her zaman mı böyle bizim gittiğimiz gün mü böyleydi bilemiyorum ama abartısız bir şekilde binanın bir tarafıyla diğer tarafı birbirinden farklı iklimlerle dans ediyordu. Siz istediğiniz iklimi seçip isterseniz yemek yiyebilir isterseniz çayınızı yudumlayabilirsiniz. Ya da oturmak yerine elinizde fotoğraf makinesi koşturup durabilirsiniz.


Gökyüzünden baktık küçücük görünen binalara. Koca otobüsler bile küçücük görünüyordu artık gözümüzde. İstanbul' un neredeyse tamamını görebilirsiniz buradan. En yakındaki iş bankası ikiz kulelerinden uzaktaki Fatih'e kadar. Boğaziçi köprüsünden, Fatih Sultan Mehmet köprüsüne kadar herşey gözleriniz önünde. Size artık seyr-i istanbul kalıyor. İster tarihin durmadan akan sularında durulanın, ister çekin içinize nefis havayı...


4 boyutlu sinemayı izlemek için tam 1 saat 10 dakika sıra bekledik. 10 dakika süren bu simülasyon boyunca İstanbul'u bir helikopterle geziyorsunuz. Güzel canlandırmalar var. Oraya kadar gidip bu keyfide tatmadan gelirseniz açıkçası olmaz. Ama ben çok da beğenmediğimi belirtmek isterim.


Son olarak da yukarıya çıkmadan önce çektirdiğimiz fotoğrafımıza geldi sıra. Onu da alıp ayrıldık Sapphire' den.


İstanbul'a bu kadar yüksekten bakmanın keyfine kolay kolay doyamayacaksınız.



Arabaları görebiliyorduk ama insanları görebilmekte zorlandık :)



www.kisi-sel.com

16 Haziran 2012 Cumartesi

Aşiyan Yollarından...

Eski bir seda kulaklarımızda o şarkı: " ne çok sevmiştim seni ne çok hatırlar mısın ? aşiyan yollarından ses versem duyar mısın? "  Acaba hangi düşüncelerle yazılmıştı? Kimler için söylenmişti? Şarkının söz yazarı Muzaffer İlkar. Biz ilk olarak Zeki Müren' den dinledik şarkıyı, sonrada neşeli bir şekilde söyleyen Candan Erçetin' den. Bu hafta aşiyanın o meşhur yollarındaydık. Aşiyan; İstanbul' da görülmesi gereken yerlerden biri bence. Yeşili çok güzel. Boğaziçi üniversitesinin bir kapısına çıkan o yokuşu tırmandıktan sonra adeta bir köyde buluyorsunuz kendinizi.


Yokuşu tırmanırken yanımızdaki aşiyan mezarlığını fark ettik. Araştırınca bir de baktık ki birçok ünlü kişi burada yatıyor. Mezarlık hem yeşillikler içerisinde hem de denize karşı. Çok güzel bir manzaraya sahip. Manzaraya bakıp şarkıyı mırıldanırken birşey geldi aklıma, belkide şarkının söz yazarı mezarının burada olacağını düşünüyordu. Belki öldükten sonra da hatırlanmak istediği için "hala beni düşünür ve hala anar mısın" diyordu. O yüzden aşiyan yollarından seslensem duyar mısın diyordu. Kim bilir? Muzaffer İlkar'ın mezarının Zincirlikuyu' da olması bu  ihtimali zayıflatıyor olsa da gerçeği bilmiyorum.



Buraya gezmek için gidenler yolları üzerindeki Aşiyan Müzesini de ziyaret listelerine ekleyebilirler. Biz müzeyi gezemedik. Yolu devam edince Rumeli Hisarı'na varıyorsunuz. 2. köprünün bir ayağında bulunan hisar eşsiz manzarasıyla doyumsuz bir keyif yaşatıyor insana. Rumeli Hisarı' da gezilecekler listenizde çok büyük bir yer kaplamalı.



Rumeli hisarından sonra da Bebek sahiline doğru inebilirsiniz. Özellikle yürüyüş yapmak için çok güzel bir yer diye düşünüyorum. Hem Hisarı izleyebilir hem yeşile hem maviye doyabilirsiniz burada. Yorulduğunuzda dinlenebileceğiniz parklar mevcut.



Son olarak da, bebekte waffle yenir, önünde sırası hiç eksik olmayan tarihi mini dondurmacıdan da dondurma alınır.



www.kisi-sel.com

1 Haziran 2012 Cuma

İstanbul' da Bir Pazar Gezisi

İstanbul' un taşı toprağı altın demişler. Yalan söylememişler. Bir kez daha bunu anlama fırsatım oldu. Balat ve Fatih taraflarına, surların yanına kadar gittik, gezdik, hayal etmeye çalıştık eskileri.

İlk durağımız Gül Cami... Eski adıyla Azize Theodosia Kilisesi. Önceleri kilise olan yapı, diğer bir çok kilise gibi, İstanbul' un fethiyle beraber cami' ye çevrilmiş. İsminin Gül olmasının bir sebebi Fetih günü etrafının güllerle kaplanmış olması deniliyor. Bir diğer sebebi ise Theodosia nın solmayan gül anlamına gelmesiymiş.


İkinci durağımız Fener Rum Patrikhanesi oldu. Rum Ortodoks Patrikhanesi de denilen kilise Ortodoksluğun merkezi konumunda. İstanbul' un fethinden sonra, gayrimüslim olan toplumların yaşayışına dair düzenlemeler Fatih' in çıkardığı fermanla belirlenmiş ve Fener Rum Patrikhanesi' nin  yasal statüsü süreklilik kazanmıştır. Kiliseye vardığımızda ayin başlamıştı. Bu yüzden içerisini fazla gezme şansımız olmadı.



Ortodoks kilisesinden sonra Fener' in dar sokaklarında tarihi koklamaya devam ederken karşımıza muhteşem heybetiyle Fener Rum Lisesi çıktı. Faaliyet halindeki bir kaç rum okulundan biri olan Fener Rum Lisesi; halk arasında kırmızı okul diye anılmakta. Okul Fransa' dan getirilen kırmızı tuğlalarla yapılmış.



Haliç' in her iki tarafından da görülebilen okulun, kuş bakışı görünümü bir kartalı andırmaktadır. İstanbul' un fethinden sonra, daha önce de bahsettiğimiz gibi Fatih bir ferman yazarak Ortodoksları kente geri çağırmış ve onlar hakkında belli başlı konularda kararlar almıştır. Ortodoksların en büyük eğitim kurumu olmuş Fener Rum Lisesi. O yıllarda, Osmanlı İmparatorluğu´nun en yüksek mevkilerinde görev almış pek çok Fenerli Rum, baştercuman, Eflak ve Boğdan beyleri, patrik ve yüksek din görevlileri, bu okuldan yetişti. Osmanlı döneminde okulun müdürleri din görevlileri arasından seçilirdi. Okulun bugünkü binası, Ondokuzuncu yüzyılın en önemli mimarlarından biri olan ve Fener Rum Lisesi mezunları arasında bulunan mimar Dimadis tarafından inşa edilmiştir. Büyüklüğünden dolayı da sıkça Fener Rum Patrikhanesi sanılır. Lise yüksek duvarlarla kendini etraftan soyutlamıştı. İçine girmekte mümkün olmadığından etrafından onu hayranlıkla seyrederek ayrıldık. Fener' in eski sokaklarında, adeta yıllar öncesinin İstanbul' unu  yaşar gibi yürümeye devam ettik.



Birkaç tarihi kilise ve binayı da gezdikten sonra açlıktan ölmemek için yemek yemeye karar verdik. Bunun içinde Fatih' e surların yanına kadar gitmemiz gerekti. Tarihi serüvenimizi bozmamak için yine tarihi bir mekana gitmek istiyorduk. Kadınlar Pazarı güzel bir seçenekti. Burası 16. yüzyılın ortalarına kadar kadınların belli kurallar dahilinde satış yaptıkları bir pazar iken, Hürrem Sultan' ın yaptırdığı Haseki Darüşşifa' sı, Haseki Hürrem Cami' si ve Haseki Külliyesi nedeniyle adı Avrat Pazarından Haseki' ye dönüştürülmüş. Güzel kebapçılarından kebaplarımızı yerken bir taraftan da İstanbul'un surlarını izledik. Hayatımda ilk kez ayranı kepçeyle içtim. Kebapçıdan çıktıktan sonra da çeşitli dükkanlarda Siirt, Diyarbakır yörelerine ait yiyeceklere rastladık. Gezimizin sonuna gelmiştik artık. Buradan sonra tophanede sonlandırmayı planladık. Tophane' nin meşhur nargileciler ine uğradık ve kahvemizi de burada içtik. Ardından da Cihangir' e doğru tırmanarak uzakları seyre daldık.



 Ayaklarımızın yorgunluğunu gidermeyi bahane ederek bu güzel manzaraya bakabildiğimiz kadar çok bakakaldık.



Kadıköy' e ve Uzakta Adalar' a selam yolladık.



Ve tabii Fatih' e de...



www.kisi-sel.com