Bir çınar kadar güçlü kök salamadı toprağına; payına düşen, rüzgarlarda ıslıklarla dans etmek değilmiş ama bir çınar olsaydı eğer sadece küçük çocukların değil koca koca adamlarında kitaplar okuduğu bir sığınak olurdu ya da yanı başında sakladığı ve ismini verdiği köy kahvehanesinin sıcağından kaçıp gölgesine gelen, her gün ne olacak bu Türkiye'nin hali muhabbetlerini şeker misali demli çayına katık eden Anadolu'nun saf, temiz, iyi kalpli insanlarının bir araya geldiği bir durak ya da yaşadığı köyü emperyalizmin kanlı avuçlarına vermemek için inançla, korkusuzca, kimi zaman güçlükle ve güçsüzce kimi zamanda inadına sahip olmadıkları ama sahip olduklarına inandıkları bir güçle savaşan bir kaç hayalperestin karargahı...
8 Haziran 2014 Pazar
24 Ağustos 2013 Cumartesi
Var Biraz Da Sen Oyalan
Aylağıyım dünyamın, aylağıyım öteden. Çocukken yürürdüm sabah ezan sesleriyle, akşam kuş ve köpek; ve ellerim mutlaka ceplerimde. Şimdi yürüyorum sabah otobüslerin boşalan firen sesleriyle, insanların; akşamları kör karanlıkta bile, hiç durmayacakmış gibi devam eden hatta dalga seslerini bile bastıran; kahkahaları ile, yerli yersiz küfürleriyle, bağırtıları ile, türlü türlü lâkırdıları ile ve ellerim mutlaka ceplerimde.
Beride insanlar var, kalabalıklar; diğer tarafta deniz. Ufukta gemiler ya var ya yoklar. Hava aydınlık, güneş tepemizden yeni gitmiş. Derken bir sestir beynimi kemiriyor. Bir küçük sinek mi desem yoksa bir vızıltı? Anlamaya çalışıyorum, bir soru soruyor: para sorun olmasaydı diyor, yaşayacağın hayat nasıl olurdu?
Bir anka gölgesi çöküyor üzerime. Suratım düşüyor. Kalakalıyorum olduğum yerde. Süregiden yaşamak savaşımızda para o kadar çok öznemiz olmuş ki ey okur; bu soru ile, eline silah tutuşturulup bir savaşın orta yerinde kendisinden bir şeyler yapması beklenen askerler gibi hem bir şey yapmak zorunda hissediyorum hem o bir şeyi bulamıyorum.
Mesela şöyle boğaza nazır bir yalı olmalı diyorum ve o yalının biraz küf, biraz korku, biraz tenhalık ama en çok da ben kokan bir çatı katı. O çatı katının denize bakan tarafında, eni boyu bir, orta boy ve tamamen açılan bir pencere; bir kahve masası, masanın altında okuduğum gazete ve kitapları koyabileceğim bir bölme ve masanın iki yanında da sallanan sandalyeler... Odada kitaplarım için ahşap raflar istiyorum. Bir köşeyi fotoğraf köşesi yapıyorum, en sevdiklerim yukarda rastgele asılmış olacaklar diğerleri altta albümlerimde duracaklar. Arada sırada benim gibi aksilik yapacak, yarı yolda sıkılıp geri dönecek, ama mutlaka Amerikan olacak, eski model bir de araba... Sonra vazgeçiyorum bu değil diyorum.
Doğduğum toprakları özlüyorum. Karşımda memleketimin dağları olmalı ve güneş görse pencerem kafi diyorum. Kitaplarımı çalışma odamda saklıyorum. Ve ziyaret etmemeye bahane bulamasın diye sevdiklerim, yüksekte olmasın evim. Sonra bundan da vazgeçiyorum.
Belki de sadece anılarımda kalmalı geçmiş, hayata yeniden başlamalıyım diyorum. Mesela hiç tanımadığım bir memlekette uyanmalıyım. Dillerini bile konuşamadığım bu memlekette belki bir göl kıyısında olur evim. Küçük bir bahçem ve çiçeklerim...
Türlü türlü düşler görüyorum ey okur, sancılanıyorum, onu istiyorum bunu istiyorum ama düşlerimin mutlulukla da olsa acıyla da olsa eninde sonunda bir yokluğa sürüklendiğini gördükçe hepsinden sıkılıyorum. Hangi düşü görüyorsam önce neşeyle seviyor, aşkla büyütüyor sonra kederle öldürüyorum, vazgeçiyor ve istemiyorum. "Mal sahibi mülk sahibi/ hani bunun ilk sahibi" diyorum. " O da yalan bu da yalan / var biraz da sen oyalan"* diyorum.
www.kisi-sel.com
*Yunus Emre
6 Nisan 2013 Cumartesi
Eski Sayfalardan Başka Birşey Yok
Meral Okay hayatı boyunca o kadar güzel yapıta imzasını attı ki hangisini söylesem içimizden biri mutlaka ama mutlaka kalkıp işte gerçek bu, işte hayatın kendisi bu der. Hepimizin hayatına dokunmuşluğu var. Benim en çok sevdiklerim arasındaki Yeditepe İstanbul dizisi ise bunlar arasında (bence) en doyurucu olanı. Güçsüz insanların, zorlu hayatları. Hep en önde savaşmak zorunda bırakılan, ama yinede korkmayan insanlar. Hangisi daha zor bilmiyorum, güçlendikçe zenginleştikçe yalnızlaşan insan mı yoksa birbirine sarılmadan ayakta duramayacağını bildiğinden, yakınındakiyle bir bütün olmuş ama hiç yorulmadan ve hiç durmadan savaşmak zorunda kalan mı?
Hep düşünürüm gerçektende hayat zor değil mi? Yani bütün suç bizde mi? Gereksiz yere mi korkuyoruz yoksa? Mesela isterdim ki elimizde bir mutluluk ölçer olsun. Bir görebilsek ne olur sanki, mutluluktan ne kadar uzakta olduğumuzu? Herşey belli olsa, bir ev bir araba kadar mı uzakta mutluluk ya da bir insan eli kadar mı uzakta? Bilsek ne kadar uzakta olduğunu ona göre bir plan yaparız. Uğruna ne verebileceğimizi biliriz söz gelimi, nelerden vazgeçebileceğimizi hesap ederiz. Ama maalesef yok böyle bir ölçek. Peki ya olsaydi? Bence o zaman görür ve korkardı insan mutluluğa uzaklığından. Çünkü o eve sahip olması ya da o eli tutuyor olması yetmeyecek. Hayalinde kurduğu gibi herşey yolunda gitmeyecek mesela. Uğruna birçok fedakarlıkta bulunduğu evi alacak ama belkide sonraki yıl bir depremde kaybedecek. Kimbilir aşık olduğu, yıllarca peşinde sokaklar boyu revan olduğu kişiyle evlenecek ama belki de bu da yetmeyecek.
Yeditepe Istanbul dizisinden en çok sevdiğim sahnesiyle hatırlatır bu durumu Meral Okay:
Aşkını göğsüne kazıyan Ömer` e kızar Duru. "Bende hiç izin yok sanıyorsun öyle mi" der. Eline bir cam parçası alır ve avcunun içini kanatır. " sen böyle inanmaya alışmışsın" der. Birşeyleri araç olmaktan çıkartıp amaç yaptığımızda başımıza gelenler Ömer' in başına gelir. "Seni seviyorum Ömer, bildiğin gibi değil" cümlesiyle donar kalır. Ne yapması gerektiğini bilemez.
www.kisi-sel.com
23 Mart 2013 Cumartesi
AYIP OLMAZ MI?
Kimler varmış içimde yoklama yaptım
Deliler çıktı cellatlar bir de şeytanlar.....
Bu kadar cömert olmak zorunda mı insan içinde büyütürken başka başka insanları? Bu kadar mı zor kendi düşlerini kurması? Bir şeyi sevmek için bile başkalarının onayını beklemesi neden? "Peki hayat bu kadar zor mu?, atılır mıyız oyundan benzemezsek onlara"
İlk olarak daha çok küçükken belki daha çocukken bile diyebilirim, Doğan Cüceloğlu' ndan duyduğumda, ağırlığının altında ezildiğim, anlamak için defalarca ve defalarca okuduğum bir cümleydi kendin olma savaşı. Kitabının adı: Savaşçı. Tam da şu yazıyor başlangıcında:
"Seni diğerlerinden farksız yapmaya bütün gücüyle gece gündüz çalışan bir dünyada,KENDİN OLARAK KALABİLMEK,dünyanın en zor savaşını vermek demektir. Bu savaş bir başladı mı,artık hiç bitmez!..."
e.e. cummings e ait olan bu cümleyi okuduğumda 14 yaşımda ya vardım ya yoktum. Kitabın yarısına kadar geldiğimde bile takılıp kaldığım bu cümleyi adeta hayat parolam yapmaya karar vermişken aklımda bir çok soru ve kargaşa vardı. Aslında anlayamadığım bu cümleden ziyade insanların neden hep birbirlerine benzemek isteyecekleriydi. Neden herkes kendi olmaya çalışmasındı ki? Soyut düşünebilmeye yeni başlamış ben somut birşeyler arıyordum anlayabilmek için. Ve bir gün, bu kitabı okuduğum bir öğlen vakti, okulumuzun diğer yerlerine nispeten yeşil kalmış bölümünde oturuyorken; hani bazen insanın aklına aniden gelir ya gerçekler; tamda o an fark etmiştim; bütün arkadaşlarımla aynı kıyafetleri giymemiz, aynı derslere girmemiz ve aynı şeyleri bilmemiz isteniyordu bizden. Gerçekten de hiç bir farkım yoktu ki arkadaşlarımdan. Hepimizin aynı yerlerde, aynı şekillerde davranmamızı isteyen bu sistemde insan nasıl olurda içinden geleni bilebilirdi ki?
Kendimi dinlemeye Ali Fuat Kadirbeyoğlu Anadolu Lisesinin diğer bölümlerine nazaran yeşil kalmayı başarabilmiş o bölümünde karar verdim. 6. Sınıfta olduğumu hatırladığım o günlerde kendim olabilme savaşımı başlattım. Herkes gibi yana taradığım saçlarımı, dikleştirerek okula gitmek ilk icraatım oldu. Aradığım o somut gerçeği anında gösterdi hayat: 2 hafta boyunca arkadaşlarımın alay konusu oldum. Dik durdum saçlarım gibi, kararlı davranmaya devam dedim. Sonraki hafta benimle dalga geçenlerin çoğu saçlarını benim gibi dikleştirip geldiğinde ise doğru yolda olduğumu anladım.
Şimdi düşünüyorum da; hani hep dışladığınız, hani hep kötülediğiniz oyunbozan ya haklıysa? İçimizde başkalarını büyütmek yerine ne zaman kendimizi büyütsek; mutluluğumuz başkalarını kıskandırmaz mı? Hani o herkesin bildiği doğruları değilde kendi doğrularımızı yaşıyor olsak sonuçları kötü bile olsa içimizde huzur nehirleri oluşmaz mı? Korktuğumuz nedir, başkalarının düşüncelerimi? Korktuğumuz nedir oyundan atılmak mı?
Mor ve ötesini dinlerken, içimizde büyüttüğümüz deliler, cellatlar ve şeytanlar geldi aklıma. Sırf onlar seviyor diye sevdiğimiz masallar, sırf onlar istemiyor diye koparttığımız çiçekler ve bir de köşesine çekilmiş, yüzünü çevirmiş, küstürülmüş ben' imiz. Sizde söyleyin "Ayıp olmaz mı?"
www.kisi-sel.com
16 Şubat 2013 Cumartesi
Mobilizm Nedir?
Araç kiralamak fikrine şimdiye kadar hep karşı çıkmışımdır. Uzun ve içeriği belirsiz sözleşmeler imzalamak gerektirmesi, şirketin size güvenip güvenmeyeceği, ki bazen 24 yaşından büyük olmanızı istiyorlar, araçla ilgili bir problem yaşadığınızda yanınızda olup olmayacağı gibi soru işaretlerinden dolayı yanından bile geçmedim. Tam araç almak üzereyken www.yemeksepeti.com üzerinden verdiğim bir sipariş sonucunda Mini Cooper sürüş keyfi kazanarak; mobilizm firmasıyla tanıştım. Bana özel araç kartımı adresime kadar getirdiler. İstediğim bir gün ve saate rezervasyon yapıp aracı kullanmaya başladım.Sisteme üye olmak istediğimde ise çok özel avantajlar sundular.
Mobilizm Nedir?
Yeni nesil araç kiralama modelidir. Avrupa ve Amerika' da Car Sharing adıyla anılan sistemin Türkiye' deki yansımasıdır.
Sisteme getirdiği yenilikler nelerdir?
Günlük kiralamanın yanında, 10 TL den başlayan fiyatlarla saatlik de araç kiralayabilirsiniz. Araç kiralamak istediğinizde, www.mobilizm.com internet sitesi üzerinden veya 444 66 24 mobilizm çözüm merkezi aracılığıyla rezervasyon yapıp, size özel kartınızla aracın kapılarını açar ve aracın içinde bulunan anahtarla aracı çalıştırırsınız hepsi bu. Formlarla ya da insanlarla uğraşmazsınız. Benzin için sadece kullandığınız kadarını ödersiniz. Türkiye' de sadece 25 adet bulunan Fiat 500 by Gucci gibi çok özel araçlara kolayca ulaşırsınız.
Kaza ve Hasar durumunda ne olacak?
Kaza olması durumunda mobilizm ile iletişime geçip, yönlendirmelere uygun hareket ederek sigortadan yararlanabilirsiniz. Böylece kaza veya maddi hasar durumunda, sürücü kusurundan bağımsız olarak, hasar tamirinin sadece 500 TL’ye kadar olan kısmını ödersiniz kalan kısım sigorta tarafından karşılanır.
Mobilizm ' i diğer Car Sharing firmalarından ayıran özellikler neler?
Bu soruyu yetkililerini ilk sorduğumda aldığım cevap çok klasik ve duymaya alışkın olduğum bir cevaptı. Bana anlayışlı ve müşteri dostu olduklarını söylemişlerdi. Ancak bu cevabın doğruluğuna inanmam için sistemi biraz daha kullanmam gerekti. Önerilerim ve isteklerim her defasında dikkate alındı. Bir sorunla karşılaşmam durumunda ise çağrı merkezlerinden sürekli destek aldım.
Günümüzde herkesin bir araç sahibi olması, trafikte çok fazla araç olmasına,çevre kirliliğine ve kullanım şımarıklığına sebep olmakta. Oysa mobilizmi kullanırsanız bunların hiç birine sebep olmamış olursunuz. Mobilizm araçları yeni model araçlardır. Sigorta, kasko veya diğer araç masraflarıyla uğraşmak zorunda kalmazsınız. Değişik ve günden güne artan park noktaları sayesinde, cebinizdeki size özel kartla yakındaki park noktasından dilediğiniz model aracı alır ve kullanmaya başlarsınız. Ben araç almak için ayırdığım paramı başka bir yatırıma yönlendirerek tasarruf ettim, araç ihtiyacımı ise mobilizm ile karşılıyorum.
www.kisi-sel.com
25 Haziran 2012 Pazartesi
Seyr-i İstanbul
Binanın en altında bir bal mumu müzesi var. Müzedeki heykellerin hepsi Rus heykeltıraşlar tarafından oluşturulmuş. Rusya'nın St. Petersburg bölgesindeki bal mumu müzesinden getirilen heykeller bir kaç bölüme ayrılmış. İlk bölümde Osmanlı Padişahları ve Rus tarihinden önemli insanlarla tarihi bir serüvene katılıyorsunuz.
Üzerinde yaşadığımız bu değerli toprakları belkide ona borçluyuz. Türklere anadolunun kapısını açan Alp Arslan.
Avrupa' da Avicenna olarak tanınan; İbni Sina. Kendi döneminde akıl hastaları zincire vurulup odalara kapatılırken; o da Farabi gibi müziği tedavi amaçlı kullanmıştır.
Karşınızda Ivan Grozni. Korkunç İvan olarakta bilinen İvan Grozni 1533 den ölümüne kadar Rusya' nın Çarı olarak görev yapmıştır. Üç yaşındayken tahta çıkmıştır. Zeki, dindar ve şüpheci bir kişiliğe sahiptir.
Daha çok sıcak denizlere inme planlarından dolayı denizcilik ve gemicilikle ilgili incelemeler yapan Petro, şanından öte bir gemide en alt rütbede çalışarak ilginç kişiliğini ön plana çıkarmıştır. Osmanlılar bu yüzden Petroya 'Deli Petro' lakabını takmıştır fakat söz konusu Prut Savaşı'nda Osmanlı'nın karşısına büyük ve dayanıklı gemilerle gelince Deli Petro'nun adı Büyük Petro olarak anılmaya başlanmıştır
Adolf Hitler' i tanımayanınız yoktur. Bu kadar yakından bakmak, heykeline bile olsa, ürkütücüydü.
Sonraki bölümde Avrupa tarihine tanıklık ediyorsunuz. Mevlana ve Atatürk için ayrı ayrı bölümler var ve her ikisi içinde özel sunumlar yapılmış. Gezi boyunca Hürrem Sultan'ın tırnaklarının neden uzun olduğu hakkında, Casanova' nın kaç sevgilisi olduğu hakkında, Deli Petro' nun neden sakalı uzun kişilerden vergi aldığı konusunda... ve benzeri bir çok konuda bilgi ediniyorsunuz.
Yaşamak bir ağac gibi tek ve hür/ ve bir orman gibi KARDEŞÇESİNE, /bu hasret bizim... Nazım Hikmet Ran
Mevlânâ Celaleddin-i Belhi Rumi
Ulu Önder Atatürk
Sapphire' in teras katına gelecek olursak; 54 kat yukarıya çıkmak için alış veriş merkezinin en üst katından bilet almanız gerekiyor. Teras'ta İstanbul' u seyretmenin yanında bir de 4 boyut sinemada özel bir İstanbul turu yapmak istiyorsanız biraz daha para ödeyerek asansör sıranıza geçebilirsiniz. Sıraya daha girmeden 2 arkadaş sizi kolunuzdan tutup yeşil bir panonun önüne getirecek. Fotoğrafınızı ücretsiz çekiyorlar ama baskısını almanız için ücret ödemeniz gerekiyor tabii ki. 4 farklı arka fon kullanabiliyorlar fotoğraflarda. Size fotoğraf numaranızı verip, sizi sıranıza yollayacaklar. Asansöre girerken en önce içerideki düğmeler dikkatinizi çekecek sanırım. O kadar çoklar ki adeta bir kokpitte hissedeceksiniz kendinizi. Aslında haksız da sayılmazsınız. Tahmin edin 1. kattan 54. kata kaç dakika da çıkacaksınız? Hadi bir sayı söyleyin? 5 mi, 3 mü? Belki 2 diyeniniz olabilir ama 50 saniyede diyeniniz olmaz. Asansör yaklaşık 18 km hızla yukarı çıkıyor ve gerçekten de 50 saniyede kendinizi yukarıda buluyorsunuz. Katları çıktıkça kulaklarınızda bir tıkanıklık oluşuyor ancak kısa sürede geçiyor. En sonunda yukarı çıktığımızda bizi iki farklı iklim bekliyordu. Bir tarafta esen aşırı sert rüzgardan dolayı açılmayan kapı diğer tarafta ise adeta çöl sıcaklığı. Bu her zaman mı böyle bizim gittiğimiz gün mü böyleydi bilemiyorum ama abartısız bir şekilde binanın bir tarafıyla diğer tarafı birbirinden farklı iklimlerle dans ediyordu. Siz istediğiniz iklimi seçip isterseniz yemek yiyebilir isterseniz çayınızı yudumlayabilirsiniz. Ya da oturmak yerine elinizde fotoğraf makinesi koşturup durabilirsiniz.
Gökyüzünden baktık küçücük görünen binalara. Koca otobüsler bile küçücük görünüyordu artık gözümüzde. İstanbul' un neredeyse tamamını görebilirsiniz buradan. En yakındaki iş bankası ikiz kulelerinden uzaktaki Fatih'e kadar. Boğaziçi köprüsünden, Fatih Sultan Mehmet köprüsüne kadar herşey gözleriniz önünde. Size artık seyr-i istanbul kalıyor. İster tarihin durmadan akan sularında durulanın, ister çekin içinize nefis havayı...
4 boyutlu sinemayı izlemek için tam 1 saat 10 dakika sıra bekledik. 10 dakika süren bu simülasyon boyunca İstanbul'u bir helikopterle geziyorsunuz. Güzel canlandırmalar var. Oraya kadar gidip bu keyfide tatmadan gelirseniz açıkçası olmaz. Ama ben çok da beğenmediğimi belirtmek isterim.
Son olarak da yukarıya çıkmadan önce çektirdiğimiz fotoğrafımıza geldi sıra. Onu da alıp ayrıldık Sapphire' den.
İstanbul'a bu kadar yüksekten bakmanın keyfine kolay kolay doyamayacaksınız.
Arabaları görebiliyorduk ama insanları görebilmekte zorlandık :)
www.kisi-sel.com
16 Haziran 2012 Cumartesi
Aşiyan Yollarından...
Yokuşu tırmanırken yanımızdaki aşiyan mezarlığını fark ettik. Araştırınca bir de baktık ki birçok ünlü kişi burada yatıyor. Mezarlık hem yeşillikler içerisinde hem de denize karşı. Çok güzel bir manzaraya sahip. Manzaraya bakıp şarkıyı mırıldanırken birşey geldi aklıma, belkide şarkının söz yazarı mezarının burada olacağını düşünüyordu. Belki öldükten sonra da hatırlanmak istediği için "hala beni düşünür ve hala anar mısın" diyordu. O yüzden aşiyan yollarından seslensem duyar mısın diyordu. Kim bilir? Muzaffer İlkar'ın mezarının Zincirlikuyu' da olması bu ihtimali zayıflatıyor olsa da gerçeği bilmiyorum.
Buraya gezmek için gidenler yolları üzerindeki Aşiyan Müzesini de ziyaret listelerine ekleyebilirler. Biz müzeyi gezemedik. Yolu devam edince Rumeli Hisarı'na varıyorsunuz. 2. köprünün bir ayağında bulunan hisar eşsiz manzarasıyla doyumsuz bir keyif yaşatıyor insana. Rumeli Hisarı' da gezilecekler listenizde çok büyük bir yer kaplamalı.
Rumeli hisarından sonra da Bebek sahiline doğru inebilirsiniz. Özellikle yürüyüş yapmak için çok güzel bir yer diye düşünüyorum. Hem Hisarı izleyebilir hem yeşile hem maviye doyabilirsiniz burada. Yorulduğunuzda dinlenebileceğiniz parklar mevcut.
Son olarak da, bebekte waffle yenir, önünde sırası hiç eksik olmayan tarihi mini dondurmacıdan da dondurma alınır.
www.kisi-sel.com
1 Haziran 2012 Cuma
İstanbul' da Bir Pazar Gezisi
İlk durağımız Gül Cami... Eski adıyla Azize Theodosia Kilisesi. Önceleri kilise olan yapı, diğer bir çok kilise gibi, İstanbul' un fethiyle beraber cami' ye çevrilmiş. İsminin Gül olmasının bir sebebi Fetih günü etrafının güllerle kaplanmış olması deniliyor. Bir diğer sebebi ise Theodosia nın solmayan gül anlamına gelmesiymiş.
İkinci durağımız Fener Rum Patrikhanesi oldu. Rum Ortodoks Patrikhanesi de denilen kilise Ortodoksluğun merkezi konumunda. İstanbul' un fethinden sonra, gayrimüslim olan toplumların yaşayışına dair düzenlemeler Fatih' in çıkardığı fermanla belirlenmiş ve Fener Rum Patrikhanesi' nin yasal statüsü süreklilik kazanmıştır. Kiliseye vardığımızda ayin başlamıştı. Bu yüzden içerisini fazla gezme şansımız olmadı.
Ortodoks kilisesinden sonra Fener' in dar sokaklarında tarihi koklamaya devam ederken karşımıza muhteşem heybetiyle Fener Rum Lisesi çıktı. Faaliyet halindeki bir kaç rum okulundan biri olan Fener Rum Lisesi; halk arasında kırmızı okul diye anılmakta. Okul Fransa' dan getirilen kırmızı tuğlalarla yapılmış.
Haliç' in her iki tarafından da görülebilen okulun, kuş bakışı görünümü bir kartalı andırmaktadır. İstanbul' un fethinden sonra, daha önce de bahsettiğimiz gibi Fatih bir ferman yazarak Ortodoksları kente geri çağırmış ve onlar hakkında belli başlı konularda kararlar almıştır. Ortodoksların en büyük eğitim kurumu olmuş Fener Rum Lisesi. O yıllarda, Osmanlı İmparatorluğu´nun en yüksek mevkilerinde görev almış pek çok Fenerli Rum, baştercuman, Eflak ve Boğdan beyleri, patrik ve yüksek din görevlileri, bu okuldan yetişti. Osmanlı döneminde okulun müdürleri din görevlileri arasından seçilirdi. Okulun bugünkü binası, Ondokuzuncu yüzyılın en önemli mimarlarından biri olan ve Fener Rum Lisesi mezunları arasında bulunan mimar Dimadis tarafından inşa edilmiştir. Büyüklüğünden dolayı da sıkça Fener Rum Patrikhanesi sanılır. Lise yüksek duvarlarla kendini etraftan soyutlamıştı. İçine girmekte mümkün olmadığından etrafından onu hayranlıkla seyrederek ayrıldık. Fener' in eski sokaklarında, adeta yıllar öncesinin İstanbul' unu yaşar gibi yürümeye devam ettik.
Birkaç tarihi kilise ve binayı da gezdikten sonra açlıktan ölmemek için yemek yemeye karar verdik. Bunun içinde Fatih' e surların yanına kadar gitmemiz gerekti. Tarihi serüvenimizi bozmamak için yine tarihi bir mekana gitmek istiyorduk. Kadınlar Pazarı güzel bir seçenekti. Burası 16. yüzyılın ortalarına kadar kadınların belli kurallar dahilinde satış yaptıkları bir pazar iken, Hürrem Sultan' ın yaptırdığı Haseki Darüşşifa' sı, Haseki Hürrem Cami' si ve Haseki Külliyesi nedeniyle adı Avrat Pazarından Haseki' ye dönüştürülmüş. Güzel kebapçılarından kebaplarımızı yerken bir taraftan da İstanbul'un surlarını izledik. Hayatımda ilk kez ayranı kepçeyle içtim. Kebapçıdan çıktıktan sonra da çeşitli dükkanlarda Siirt, Diyarbakır yörelerine ait yiyeceklere rastladık. Gezimizin sonuna gelmiştik artık. Buradan sonra tophanede sonlandırmayı planladık. Tophane' nin meşhur nargileciler ine uğradık ve kahvemizi de burada içtik. Ardından da Cihangir' e doğru tırmanarak uzakları seyre daldık.
Ayaklarımızın yorgunluğunu gidermeyi bahane ederek bu güzel manzaraya bakabildiğimiz kadar çok bakakaldık.
Kadıköy' e ve Uzakta Adalar' a selam yolladık.
Ve tabii Fatih' e de...
www.kisi-sel.com
12 Mayıs 2012 Cumartesi
Nerede o eski gazeteciler?
Bugün manşetlerde iki haber dikkatimi çekti. Bir tanesinde "POŞU" davasının sonuçlandığı yazıyordu. Cihan KIRMIZIGÜL denilen şahıs poşu taktığı için tutuklanmış ve ceza almış. Diğer haberde ise; Sarıyer Öğretmenevi Müdürü Ali Akdemir Cumhuriyet gazetesini okuduğu için görevden alındığından bahsediliyordu.
Ben bu başlıkları okuyunca haberlerin ayrıntılarına fazla bakmadım. Eğer gerçekten yazıldığı gibi sadece bu küçük şeyler yüzünden insanlar cezalandırılıyorsa vay halimize. Boşuna yaşamışız bu kadar yıl. İnsanlık hiç gelişmemiş. Türkiye hiç gelişmemiş. Şimdiye kadar seçme şansı olduğunda hep özgürlüğü işaretleyen ben bunları anlamakta zorlanıyorum. Ama çoğu zaman bu haberlerin altı dolu oluyor. Mesela müdür olayı; sadece gazete okuduğu için görevden alındı deniyor ama tahminimce başka hesaplarda var bu işin içinde. Ya da diğer arkadaş, poşu taktığı için tutuklandı deniyor ama bence başka illegal işlerde var bu davada. Uzaktan bakıp yorum yapmak tabii ki kolay. Ben basit bir vatandaşım, sadece gazetelerin anlattığı kadar bilir kendi yorumumu yaparım. Bu yorum yanlıda olabilir, yansız, tarafsızda. Buna karşın bakıyorum olayın içinde olup doğruları yansıtması gereken basında benim gibi uzaktan bakıp keyfine göre yorumluyor haberleri.
Gazetelerin sürekli belli ideolojileri yansıtması eski değil elbette. O ideolojiler doğrultusunda haber yapması bilinen şeyler ama nedense artık daha çok gözüme batar oldu bu durum, eskinin gazetecileri bu kadar at gözlüklü olmazdı. Artık ne zaman bir haber okusam kategorize ediyorum. Olmuyor eski tadı alamıyorum. Hani o kağıttan gazeteler, küçük byte lara dönüşüyor ya ekranda, eskinin o büyük gazetecileride ölüyor da yerlerine babalarının sözünden çıkmayan küçük uslu çocuklar geliyor.
www.kisi-sel.com
28 Nisan 2012 Cumartesi
ANTONİUS ile KLEOPATRA
Beklentilerin yarattığı duygular bizi ya hayalkırıklıklarına sürükler ya da o duyguların ve daha büyüklerinin olduğu bir denize. Neredeyse 2 ay öncesinden aldığım biletlerle ben de sürüklenmekteydim bu ikisinden birine. Yatak odasındaki aynanın üzerinde duran biletlere her gün bakıyor ve her baktığımda beklentilerimi istemeden de olsa artırıyordum. Heyecanla beklediğim o günden önceki gün şöyle yazmıştım seyir defterime: Yarın Büyük Gün.
Antonius ile Kleopatra oyunundan bahsedeceğim size. Oyun; Shakespeare’s Globe's 2012 International Shakespeare Festival’ine davet edilen oyun atölyesi tarafından hazırlandı. 26-27 Mayıs tarihlerinde Londra’da Shakespeare’s Globe’da oynanacak olan oyunla Türkiye temsil edilecek. Kendilerine başarılar diliyorum. Antonius ile Kleopatra hakkında bilgi sahibi olanlar konuyu az çok biliyorlardır zaten. Bu yüzden bundan bahsetmeyi düşünmüyorum. Zaten tiyatroya gitmeden önce konu hakkında bilgi sahibi olmak, tiyatroyu izlerken daha fazla zevk almanızı sağlayacaktır.
Salona girdiğimde heyecanlıydım. Koltuğuma oturduğum sırada; perdenin arkasından sesler geliyordu. Alıştırma yapan ekip bir yandan da bizleri tiyatronun o güzel mevsiminde güneşli bir geziye çıkarmaktaydı. Zaman ilerledikçe bütün koltuklar bir anda doldu. Sesler yükselmeye başladı hem salonda hem perdenin arkasında... Ve o an geldiğinde Antonius ile Kleopatra çıktı sahneye. Hani derler ya bir insanı tanımak için ilk 20 saniye önemlidir diye. İşte o an sahnenin dekoru, oyuncular vs vs vs her neyse; hepsi birden bana şunu söylüyorlardı bu oyun senin izleyeceğin oyunlar arasında çok iyi bir yere sahip olacak. Gerçekten de öyle oldu.
Oyuncu kadrosu çok iyiydi. Ben en çok Haluk Bilginer için gitmiştim aslında bu oyuna. Ve her zaman ki gibi mükemmeldi Haluk Bilginer de bu oyunda. Antonius için daha mükemmel bir seçim olamazdı herhalde. Hem duygusallığını hem güçlü karakterini çok iyi yansıttığını düşünüyorum bu oyunla. Peki ya Kleopatra? Ah işte o beni en çok şaşıtan karakterdi. Kendisini çok takip etmediğim Zerrin Hanım adeta başımı taşlara vurmama sebep oldu. Oyunda en zor rolü o oynadı bence. Bilemiyorum yorumcu ya da eleştirmen falan değilim. Ucuz bir müşteriyim gözlüklerinin ötesini, küçük sarayından dirsekleri pencerede elleri yanaklarında seyreden. İşte ben bu oyundan sonra Zerrin Hanım' ın bütün tiyatrolarına gitmeye karar verdim. Kesinlikle beklentilerimin üzerinde bir performans ve kesinlikle olağanüstü bir oyun izledim. Tabii ki oyunda başka karakterler başka oyuncular da var. Detaylı bilgiyi ANTONİUS ile KLEOPATRA tıklayarak edinebilirsiniz.
Oyun daha ne kadar sahnede kalır bilemiyorum ama mayıs ayında da oynanacağı yazıyor oyun atölyesinin internet sitesinde. Hayatımda şahit olduğum en mükemmel ve muhteşem şey olan bu oyuna gitmenizi naçizane fikirlerimle tavsiye ederim, tabi bilet bulabilirseniz.
www.kisi-sel.com