28 Nisan 2012 Cumartesi

ANTONİUS ile KLEOPATRA



Beklentilerin yarattığı duygular bizi ya hayalkırıklıklarına sürükler ya da o duyguların ve daha büyüklerinin olduğu bir denize. Neredeyse 2 ay öncesinden aldığım biletlerle ben de sürüklenmekteydim bu ikisinden birine. Yatak odasındaki aynanın üzerinde duran biletlere her gün bakıyor ve her baktığımda beklentilerimi istemeden de olsa artırıyordum. Heyecanla beklediğim o günden önceki gün şöyle yazmıştım seyir defterime: Yarın Büyük Gün.

Antonius ile Kleopatra oyunundan bahsedeceğim size. Oyun; Shakespeare’s Globe's 2012 International Shakespeare Festival’ine davet edilen oyun atölyesi tarafından hazırlandı. 26-27 Mayıs tarihlerinde Londra’da Shakespeare’s Globe’da oynanacak olan oyunla Türkiye temsil edilecek. Kendilerine başarılar diliyorum. Antonius ile Kleopatra hakkında bilgi sahibi olanlar konuyu az çok biliyorlardır zaten. Bu yüzden bundan bahsetmeyi düşünmüyorum. Zaten tiyatroya gitmeden önce konu hakkında bilgi sahibi olmak, tiyatroyu izlerken daha fazla zevk almanızı sağlayacaktır.

Salona girdiğimde heyecanlıydım. Koltuğuma oturduğum sırada; perdenin arkasından sesler geliyordu. Alıştırma yapan ekip bir yandan da bizleri tiyatronun o güzel mevsiminde güneşli bir geziye çıkarmaktaydı. Zaman ilerledikçe bütün koltuklar bir anda doldu. Sesler yükselmeye başladı hem salonda hem perdenin arkasında... Ve o an geldiğinde Antonius ile Kleopatra çıktı sahneye. Hani derler ya bir insanı tanımak için ilk 20 saniye önemlidir diye. İşte o an sahnenin dekoru, oyuncular vs vs vs her neyse; hepsi birden bana şunu söylüyorlardı bu oyun senin izleyeceğin oyunlar arasında çok iyi bir yere sahip olacak. Gerçekten de öyle oldu.



Oyuncu kadrosu çok iyiydi. Ben en çok Haluk Bilginer için gitmiştim aslında bu oyuna. Ve her zaman ki gibi mükemmeldi Haluk Bilginer de bu oyunda. Antonius için daha mükemmel bir seçim olamazdı herhalde. Hem duygusallığını hem güçlü karakterini çok iyi yansıttığını düşünüyorum bu oyunla. Peki ya Kleopatra? Ah işte o beni en çok şaşıtan karakterdi. Kendisini çok takip etmediğim Zerrin Hanım adeta başımı taşlara vurmama sebep oldu. Oyunda en zor rolü o oynadı bence. Bilemiyorum yorumcu ya da eleştirmen falan değilim. Ucuz bir müşteriyim gözlüklerinin ötesini, küçük sarayından dirsekleri pencerede elleri yanaklarında seyreden.  İşte ben bu oyundan sonra Zerrin Hanım' ın bütün tiyatrolarına gitmeye karar verdim. Kesinlikle beklentilerimin üzerinde bir performans ve kesinlikle olağanüstü bir oyun izledim. Tabii ki oyunda başka karakterler başka oyuncular da var. Detaylı bilgiyi ANTONİUS ile KLEOPATRA tıklayarak edinebilirsiniz.

Oyun daha ne kadar sahnede kalır bilemiyorum ama mayıs ayında da oynanacağı yazıyor oyun atölyesinin internet sitesinde. Hayatımda şahit olduğum en mükemmel ve muhteşem şey olan bu oyuna gitmenizi naçizane fikirlerimle tavsiye ederim, tabi bilet bulabilirseniz.

www.kisi-sel.com

Zürafa mı dedi birisi?

Hey millet size zürafalardan bahsettim mi ben? Bundan aylar öncesiydi, bir zürafa gördüm. Canlı değil ama birebir orandaki maketiydi. Oyuncak müzesine giderseniz sizde görebilirsiniz sokağındaki üç tane güzel zürafayı. Akşamları da sokağı aydınlatır bu güzel üç zürafa. Peki zürafalar nasıl canlılardır bir bakalım?

En başta uysal hayvanlardır. Çünkü et yemezler, başka canlılara saldırmaz kavgayı sevmezler. Zaten zürafaların kendilerine özgü sesleri de yoktur. Bu yüzden onlara uysal demek yanlış olmaz. Boynuzlarıyla doğan tek canlıdırlar. Genellikle 3-5 kişilik gruplar halinde yaşarlar. En büyük düşmanları arslanlardır. Yani çok güçlü hayvanlardır öyle kolay kolay kimseye av olmazlar. Çoğu hayvan yanına bile yanaşmaz. Arslanlar için bile kolay av olmazlar. Bir zürafa arslan gördüğü zaman rodeo atları gibi zıplamaya ve etrafına çifteler savurmaya başlar. İşte savurduğu bu çifteler onun kara hayvanları arasında ne kadar güçlü olduğunu gösteren belirtiler çünkü çiftesiyle bir arslanı bile öldürebilir zürafa. Özellikle su içmeye giderken kalabalık hareket ederler. Su içerken özel bir şekil almak zorunda kalır ve düşmanları için kolay bir av olurlar bu şekildeyken.

Benim içinse başka bir özellikleriyle yerleri ayrıdır zürafaların. Tabii ki kalpleriyle. Büyük vücutlarınında sebebiyle kalpleri büyüktür zürafaların, beyinlerinden bile daha büyüktür. Her zaman kalbinin sesini dinler, kalbiyle hareket eder bir zürafa. Kara hayvanlarının en romantiği ilan ediyorum ben onu, güçlü, duygusal ve yakışıklı...

www.kisi-sel.com

12 Nisan 2012 Perşembe

Romantizmin Kanatlısı Martı ile İstanbul'u Seyretmek



Zevkler ve renkler tartışılmaz deyip kesip atmak var hesapta ama o kadar da basit olduğunu düşünenlerden değilim. Buna karşın zevkleri ve renkleri çok tartışmamakta fayda var. Kimle mi? Özellikle, kendinizle tabii ki. yoksa başka insanlarla bunu tartışmak zaten çoğu zaman sonuç vermez.

Söz gelimi siz kalabalık ve gürültülü ortamları seversiniz, arkadaşınız ise tam bir klasik müzik sever; tam bir sessizlik, yalnızlık hayranıdır. olabilir. onunla bu konuları tartışmanın bir faydası olmayacağı açık göründüğünden tartışmayın. Böyle sevin birbirinizi. Ama insanın bir de kendisiyle tartışması var ki işte o çok dikkat edilmesi gereken bişey.

Psikolojide id ve superegonun çatışmaları arasında kalan ego dan bahsedilir ya. Belki de budur olan. Evet evet bu olmalı. Ben seviyorum mesela. Bunu bir kez daha anladım. Yüksek bir yerden aşağı bakmayı yani, seviyorum. Zaten insan kendisini anlamak için tıpkı diğer insanların onu anlamakta kullandığı yolu kullanırmış. Yani gözlem yolunu. kendinizi sürekli elma yerken buluyorsunuz mesela. gözleminiz sizin elmayı sevdiğiniz şeklinde yorumlanıyor beyninizde..

İnsanın kendini tanıma çalışmaları , bu hayatın anlamı olmasa bile , anlamına giden yolda en önemli duraktır. Ve ben, gittiği binaların hep en üst katından uzakları seyre dalan, yüksek bir binadaki evinden uzaklara bakınca rahatlayan ben; sanırım yüksekte olmayı seviyorum. Sanırıma gerek bile yok, kesinlikle seviyorum. Oysa yükseklik korkumda vardır ha. hani çıkarsan bir dağın tepesine hadi yürü desen , başım döner düşerim.

Hafta sonu point oteldeydim, zincirlikuyuda. Yine kendimi otelin en üst katında buldum. İstanbul çok güzel görünüyordu. Birden yanıma romantizmin kanatlısı geldi; bir martı. Otelden birileri arada besliyor olmalı ki, insanlardan hiç kaçmıyordu.  O yükseklikten bir martıyla şehre bakmak kesinlikle güzeldi. Olurda bu yazıyı okuyan biri çıkar, olurda point otelde bir gün manzaraya karşı yemek yerken aklına gelirim. Beni unutmasın çıksın iki kat daha yukarıya, martılarla konuşsun...

www.kisi-sel.com

9 Nisan 2012 Pazartesi

Değişen Hayatlarımız

GörselO küçük şehre ilk internet kafenin açıldığı günleri hatırlıyorumda; ne kadar büyük bir değişiklikti. Sel-Nur internet kafe. Yanlış hatırlamıyorsam içerisinde 6 tane bilgisayarın olduğu küçük bir yerdi. E bilgisayar almak zordu o yıllarda. Birçok arkadaşımın ilk bilgisayarı orada gördüğüne şahit oldum. İlk orada kullandılar.Ben o yıllarda bilgisayara çok yabancı değildim ancak arkadaşlarım gibi bende birşeyle ilk defa karşılaşıyordum; İnternetle. Klavyenin tuşlarına ne kadar büyük bir heyecanla bastığımı halen oldukça net bir şekilde hatırlarım. Arkadaşlarımın aksine kafeye gittiğimde daha çok internette gezinir, yeni siteler keşfederdim. O yılların hani çok yavaş açılan, oldukça basit ve sınırlı internet sitelerinde...

İnternet kafelerin hayatımıza girmesiyle beraber büyük bir değişim yaşandı. Liseye başladığımız yıllarda sayıları arttı, fiyatları biraz daha makul seviyelere indi, e bizde daha çok gider olduk. Gümüşhane' nin dağları arasında sıkışıp kalmış bir avuç çocuktuk ki; internet sayesinde yabancı ülkelerden bile arkadaşlar edinir, insanlar, şehirler, yaşamlar öğrenir olduk. 

Ve günümüze gelirsek, artık görüntülü bile görüşebiliyoruz internet üzerinden. Eskiden yaşadıkları ülkeleri yazarak anlatmaya çalışan arkadaşlarımız, ipad lerini alıp sokağa çıkıyorlar ve bizimle birlikte yürüyorlar. Bazı internet siteleri ise günümüzde hayatın olmazsa olmazları haline geldiler. Facebook, twitter gibi. Eskiden internetin olduğu bir ev bulmak zorken, artık evdeki büyüklerimizin bile bir facebook adresleri var. Facebook, twitter, foursqare ve daha bir sürü siteye yapışıp kalıyoruz gün boyu. İnternetin günlük hayatımızdaki yerini karşılayan bir sözcük bulmakta zorlanıyorum. Yüzümüzü yıkadıktan sonra bakmaya başlıyor ve yatana kadar onunla birlikte oluyoruz.

Halen bir bilmece gibi dursada önümüzde, teknoloji hayatı kolaylaştırıyor mu, zorlaştırıyor mu sorusu; benim dikkatimi çeken yegane şey insanın artık daha kolay değişime ayak uydurabiliyor oluşu. Hani hep derdik ya eskiden bilen insan aranıyordu artık bilen değil bilgiye ulaşabilen insan aranıyor diye. Bence bundan sonrada değişime en kolay ayak uyduran insanları arayacağız...



www.kisi-sel.com

19 Ocak 2012 Perşembe

Ömrümüzden Geçen Günler

TEKELİ

Yağmurlu bir son bahar günü adımımı attım Adana’ya. Havaalanına indiğimde, sırtımda çantam, cüzdanımda beni bir süre idare edebilecek kadar param ve birkaç tane telefon kartım vardı. Havaalanındaki telefondan evi arayıp; evdekilere, uçağımın sorunsuz iniş yaptığını ve en kısa zamanda onları tekrar arayacağımı söyledim. Telefonu kapattığımda tamamen yalnızdım. Daha önceden de yalnız kaldığım olmuştu, üniversitedeyken Trabzonda, Bankada çalıştığım zamanlar İstanbul' da. Hem de ne kadar bir başıma. Ama bu sefer farklıydı. Bu sefer içimde fırtınalar, kızgınlık, pişmanlık, mecburiyetin verdiği nefret ve bir çok duyguyla doluydum. İşte o an anladım ki, yalnızlık değil de, insanın sevdiklerinin desteğinden uzakta olması, acıtırmış canını. 

Adana da başladığım uzakta olmaya, Osmaniye ye geçerek devam ettim. Tekrar evi aramam biraz zaman aldı, biraz da yağmur altında ıslanmam gerekti teslim olduğum birlikteki telefonun yanında. Ertesi gün 1 aylığına eğitim almamız için Hatay/ Dörtyol a gönderildik. 1 Ay sonunda tekrar Osmaniye ve eğitim sonucunda askerliğimi yapacağım yer olan T tipi Cezaevine. Baya zor zamanlarım oldu. Hatırlamak istemediklerim hatta bazen hiç istemediğim halde aklıma bir gong sesi gibi çarpan anılar. Ama hepsi bitince, hepsi geçince insanın kendini daha da güçlü hissetmesi güzel bir duygu.



Birlikte askerlik yapmaya başladığımız arkadaşlarımızla tekrar memlekette buluştuğumuzda hepimiz aynı şeyi düşünüyorduk: “Sanki rüyadaydık da uyanmışız.” Artık güzel yanlarıyla hatırlamak istiyorum bende o günleri. Mesela askerlik yaptığım süre boyunca hep yanımda olan arkadaşım Yakup ŞAHİN’ i unutmamak isterim. “Ben başkasının pantolonunun ağını dikmeyi sevmiyorum ya bak bu son olsun daha dikmem” diyen ama hep yardımıma koşan Yakup’ u hatırlamak kesinlikle en doğrusu. Yemekhane de İngilizce çalıştığım sıralarda, defterimin yanında olmadığım bir sıra, defterime İngilizce bir şeyler karalayıp yüzümü güldüren, dertleşebildiğim, yardımlarını benden esirgemeyen arkadaşım Uğur TEKELİ de asla unutmayacaklarımdan. Gerçi Tekeli’ yi orada askerlik yapan kimsenin unutmayacağına eminim. Sadece kendi döneminde askerlik yapanlar değil herkesle iletişim kurardı. İsmini sayamadığım ama çok net hatırladığım bir sürü insan şimdi yurdun dört bir yanına dağılmış.

Ömrümüzden geçen günleri birer birer harcıyoruz işte; nefeslerimizin geride bıraktığı seda dost ağızlarda hep ıslatılır diye umarak. Ve ben bu yazıyı yıllar sonra okuduğumda da, görüşüyor olmayı umut ediyorum arkadaşlarımla. Umarım kötü anılarımın hepsi çabucak yok olur, umarım aklımda iyi anılarım daha da yer eder …

18 Kasım 2011 Cuma

KIZLAR GEVEZE

Psikoloji hocam, Ercan şahin' in tespitleri kesinlikle dikkat çekici. Mesela kızlar neden gevezeymiş anlattı bu hafta sonu. Diyor ki; çocukken kız çocukları erkek çocuklarına göre daha fazla konuşmak zorunda bırakılıyor, bu yüzden de kızlar büyüdükçe bu alışkanlıkları pekişiyor ve geveze oluyorlar. Nasıl mı? Çok basit. Erkek çocuk değerlidir ya, o elini uzatarak suyu gösteriyor annesi hemen koşuyor su getiriyor. Yüzünü ekşiterek televizyona bakıyor erkek çocuk, annesi hemen istediği kanalı açıyor. Böyle böyle erkekler çok konuşmak zorunda kalmadan kendini ifade etmeyi öğreniyor. Kızlar ise kendini ifade edebilmek için sürekli konuşuyorlar. İstedikleri şeyleri uzun uzun anlatmaları gerekiyor, diyo Ercan Hocam, ve ekliyor; anlaşılmayan insan çok konuşur.

Kızların geveze olma sebebinin bilimselliğe dokunduğu noktaları tartışmak gerekir. Kızların geveze olduğunu da elbette. Ama anlaşılmayan insanın çok konuştuğuna inancım tam. Çünkü doğamız gereği onaylanmak istiyoruz, birileri desteklesin istiyoruz bizi. Yalnız kalamıyoruz. İstiyoruz ki bizim gibi düşünen insanların da var olduğunu bilelim. Hatta bilmek bile yetmiyor bazen. Haykırmak istiyoruz doğaya, bak benim gibi düşünen çok insan var aslında diye. Anlaşılmak istiyoruz... Çünkü ancak bizi anlayan insanlar bizi onaylar. Düşüncelerimizin peşi sıra gelmeleri için, önce bizi anlamalılar.

Anlaşılmayan insan sadece çok konuşmaz. Bazen de yazar. Tanımadığı insanlara seslenir. Süsler de süsler kelimelerle düşüncelerini. Kurduğu hayallerini yazar mesela. Hiç görmediği bir şehirde, hiç yaşamadığı bir iklimi. Oturur mesela masaya isyanlarını yazar, uzun uzun anlatır suyun önemini, dikkatli kullanmamız gerektiğini. Sokakta gördüğü evsizlere üzülür, gelir üzüntüsünü anlatır. Bir diğerinin derdi kadına şiddettir mesela, yaşadıklarını, gördüklerini, içinde kızgın nehirle akan bütün isyanını yazar.

En çok aşk hakkında amatör yazıların olması tesadüf müdür sanki? Hepimizin karaladığı bir şeyler vardır aşk hakkında. Çok sevmişizdir, duygularımız aklımızı avuçları arasına almıştır ama en çok da anlaşılmadığımızı düşündüğümüz için sarılırız kaleme ve kağıda.

Ben takip ettiğimde mantığımın izlerini, yazdıklarımız farklı olsa da bir çoğumuzun anlaşılmadığı için yazdığını düşünmeye başlıyorum. Ercan hocama saygılar, kendisinin sözlerine katılıyorum; anlaşılmayan insan çok konuşur ve ekliyorum; bazen de yazar.

BANKALAR



Babamın bazende dedemim maaşlarını çekmek için atm ye gidişlerimi saymazsak banka şubeleriyle neredeyse hiç işim olmadı üniversiteye başlayana kadar. Okula giderken yolda gördüğüm kendi içinde ayrı birer dünyaydı onlar. Zaten eskiden Gümüşhane' de çok az bankanın şubesi vardı.

Üniversiteye başladığımda, babamın bana ek kart çıkartmasıyla artık şubenin içine girmeye başladım. Kısa saçlı, uzun boylu, esmer bir bayan yapmıştı ilk işlemimi. Ek kart çıkartılmıştı. O kumdan kalenin içindekilerini, kendini beğenmişler diye pek sevmezdim.

İlk işlemimi yaptığım o gün, bir tanesini; kendini beğenmek hakkı diye etiketledim. Hem kendi işlerini yapıyor, hem başka çalışanlara yardım ediyor. Genç ve güzel biri. Tesadüf bundan sonraki bankaya gidişlerimde aldığım numaralar hep ona denk gelirdi, işlemlerim bitmesin isterdim. Ya da beklerken sıramı, zaman ağırlaşsa diye geçirirdim içimden. Onu bir kaç seferde Trabzon' da alış veriş yaparken görmüştüm. Gümüşhane'den birinin gelip Trabzon' da alışveriş yapması kadar doğal birşey olamaz. Ama kimse tek başına gelip alışveriş yapmazdı. O yalnızdı. Ben daha 2. sınıfı bitiremeden o gitmişti sanırım. Zaten ödeme işlemlerimi bile artık internetten yapmaya başlamıştım.

İkinci banka maceram ise, bana burs yollamak isteyen teyzenin sayesindeydi. Başka bir bankanın Trabzon şubesinde yeni başlayan bir bankacı çıkmıştı bu sefer karşıma. Sürekli başkalarına sorular soruyordu, bilgisayarla ilgili bir kaç kısa yolu da ben gösterdim. Aslında çok da zor değilmiş diye düşündüm burada çalışmak. Keşke işletme, iktisat okusaymışım, bende girer bankada çalışırdım demiştim o gün. Takım elbiseli, şık insanlar, güzel çalışma ortamları da var. Acaba yanlış bir bölüm mü okuyorum deyip ayrıldım o gün şubeden.

Bu iki maceramdan sonra, borsayla tanıştım ve finans işleriyle sürekli ilgilenmeye başladım. Okul bitince kendi bölümüm olmamasına rağmen bütün bankalara cv mi yolladım, iş başvurusu yaptım. Ve iş başvurusu yaptığım bankaların birinin nihayet sınavına girmeye hak kazandım. Bu fırsatı kaçırmamak için elimden geleni yaptım ve sınavı kazandım. Şimdi bazen durup düşünürüm acaba o yıllar gördüğüm bankacılar gibi görünüyor muyum ?

Annem, Trabzon, Gümüşhane, İstanbul

Üniversiteden önceki öğrencilik hayatımda Trabzon' a gitmek çok önemli birşeydi. Herkes gidemezdi. Orası farklıydı. Gümüşhane' de hiçbirşey yoktu da herşey Trabzon' da vardı sanki. Sınıfça geziler düzenlenirdi, arkadaş grupları toplanıp birlikte giderdi. Oysa ailem izin vermediği için ben hiç gidemezdim. Arkadaşlarımın gezi fotoğraflarına bakardım öyle göz ucuyla.

Soğuk bir kış günü; akşam vakti sobanın yandığı odada televizyon izliyorduk. "Büyüyünce daha çooook gidersiniz, o kadar çok yere gidersiniz ki bıkarsınız" diyordu annem. Hiç düşünmedim o gün, annemin o sözünü ciddiye bile almamıştım. Ama gerçek oldu. Çok gittim geldim Trabzon' dan Gümüşhane'ye, Gümüşhane'den Trabzona. Üniversiteyi Trabzon'da okudum. 4 yıl boyunca hemen hemen her haftasonu gittim geldim o yolu. Bıktımda.

Bu büyümek işi ne zaman biter bilmiyorum. Ama bu gitmek işi, bu gitmelerden bıkma işi hiç bitmeyecek gibi. Hani denizdeymişim, ama küçük bir tekneyle, hemde öyle uzaktaymışım ki, kara görünmüyor. Uzaktayım işte.

Yeri geldi diye açılıverdim şimdi. Nicedir dolaşıp duruyorum zaten aynı sularda. Durup durup bakıyorum etrafıma. Her canlı kendi iklimini yaratmış. Hepsinin ait olmak için benden daha çok sebebi var. İklim demişsem öyle yağmur, rüzgar, sıcak, soğuk değil söylediğim. Dağından tepesine, güneşinden yağmuruna dolusuna kadar, denizine okyanusuna kadar herşeyden biraz almışlar yanlarına. Ben durup durup bakıyorum. Yanaşmıyorum kıyılarına, konuşmuyorumda. Bakıyorum uzaklara. Hazır buldum seni diye anlatıyorum. Yoksa zaten kim kimin umurunda. İstanbul'da.

ÇOK ŞANSLIYIM BEN

Çok şanslıyım ben. İstanbul hiç utanmaz, hiç çekinmez en güzel yerlerini bana gösterirken. Bu ağaçlı yol mesela. En sevdiğim yerlerden biri. Üstelik o kadar şanslıyım ki, sabahları bismillah ım, akşamları uykuya dalışımdır.

Dolmabahçe den bahsediyorum. Sarayın yanındaki bu ağaçlı yol insanın içini huzurla dolduruyor. Yeşilin her yerde güzel tonlarına rastlayabilirsiniz ama ben o kadar dağ, bayır, bahçe yeşillik içinde büyümüş olmama rağmen hatırlamıyorum buradakinden daha güzel bir tonunu. Sadece ağaçlardaki renkle alakalı değil bu belkide, güneş ışıklarının yansıması ve açısı da burada mükemmel. Hele sabahları ne güzeldir keşke gösterebilsem. İş yerime yaklaşırken, tam da buraya gelince uyanırım servisteki köşemden. Gülümseyerek izlerim tabiki. Günaydınım olur dolmabahçe.

Duvarlarda Ulu Önder Atatürk ün resimleri var. Gitmemiş işte, aslında hep varım diyor. Akşamları çok yavaş gidiyoruz bu yoldan geçerken. Başkaları trafik yüzünden diyor ama alakası yok, resimler akşamları aydınlatılıyor daha iyi görebilelim diye. Yol boyu, o günlerin hayalini kuralım diye. Ha bir de unutmayalım diye Ulu Önderimizi. Unutmayalım hangi günlerden bu günlere geldiğimizi.

Geçmişimizi unutmayalım değil mi?

IŞIKLAR, EVLER, ŞEHİRLER...



İnsanı büyüleyebilecek bir manzara bu gördüğüm. Bir göle benzeyen ama asla göl olamayacak kadar büyüğüm diye haykıran deniz; etrafında ışıklardan renk renk takıyor küpelerini. Bir ucu avrupa diğer ucu anadolu.

Buradan bakınca çok değerli bir şeye baktığını fark etmeye daha başlamadan, içinde gurur ve büyüklük hislerinin görüyor insan. Sayısız renk var etrafta ve sayısız ışık. Her yer gecenin kaçı olduğuna aldırış etmeksizin kalabalık...

Yalnız değilsin istanbul. Hiç kendi haline bırakmaya niyetimiz yok seni. Her sokağında, çocuklarınla, eşkiyaların, öğretmenin, bankacın, zenginin, fakirin türlü türlü insanınla üzerindeyiz. Yapıyor yıkıyor ama hiç durmuyoruz. Anlayacağın rahat bırakacağımız yok seni...

Bir de memleketimde, köyümde bir ev var, bir sokak lambası onunda yanı başında... 3 katli bir ev. En üst katı çatı katı, hiç kullanılmadı, kir pas fare boku içinde. 2. kat ki benim en sevdiğim, uzun balkonundan dağları seyrederim. Alt katı en çok kullanılanı. Kim gitse orada yemeğini orada yaptı...

Düşünürüm işte acaba İstanbul mu öykunur ona, yoksa o mu İstanbul' a,  cevabını asla vermezler bana.

www.kisi-sel.com